Oğuzhan Bilgin
Bugünlerde hepimiz aynı meseleyi konuşuyoruz. Neredeyse ocak ayının sonu geldi ama kış hâlâ gelmedi. Hava hâlâ 20 derece civarında… Geçtiğimiz yıl bugünlerde kardan kapanan yolları konuşurken bu yıl memlekette yağmura bile hasret kalmış durumdayız.
Üstelik bu iklim meselesi sadece Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Yağmurun hiç eksik olmadığı İngiltere’de bile yağışların ve Thames Nehri’ndeki su seviyesinin bile ciddi oranda azaldığı; tüm Avrupa’nın tüm yaz boyu 40 derece sıcaklarla kavrulduğu bir yılı geride bıraktık.
Kuraklık, yangınlar, gıda krizi gibi pek çok iklim ve çevre meselesi şüphesiz tüm insanlığın ortak meselesi. İklim konusu tüm dünyada bir süredir hem akademinin hem medyanın hem de siyasetin gündeminde. Ama gündemde tutulma biçimi de bir o kadar ilgi çekici. Birtakım küreselci merkezlerin ve küresel Batı hegemonyasının sanayi devriminden vahşi kapitalizmin tüm o doğa tahribatına kadar dünyanın bu hâle gelişindeki sorumluluğu ortadayken bu meselenin üçüncü dünya ülkelerine karşı bir aparata dönüştürüldüğünü görmek gerek.
Öte yandan Çin gibi geç sanayileşmiş ülkelerin ve komünizm döneminden itibaren Rusya’nın tabiatı nasıl hor kullanıp çevre ile ilgili asgari hassasiyeti göstermediği herkesin malumu. Nitekim Doğu Türkistan başta olmak üzere yalnız insanlara değil doğaya da hor davranan Çin’i, Türk dünyasının önemli sembolik mekanlarından Aral Gölü’nü bir çevre katliamı ile yok eden Sovyet Rusya’yı da iyi biliyoruz.
Yani böyle bir evrensel çevre krizi bile devletlerarası güç ve hegemonya mücadelelerinin bir parçası olmuş durumda. Üstelik tüm insanlığın dayanışma hâlinde olması, el birliğiyle konuya karşı bir politika belirlemesi gerekirken bunun gerçekleşmemesi büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor.