Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği: Tarlayı ve sofrayı demokratikleştirme mücadelesi…

0
447

Çiftçi-Sen Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu ile 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri Günü yaklaşırken, cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği mücadelesini konuştuk.

Dünya ölçeğinde gıda fiyatları 12 aydır aralıksız gerilerken, Türkiye’de ise 32 aydır aralıksız olarak artmaya devam ediyor.

Çiftçiler bitkisel ve hayvansal üretimlerini sürdürmek için giderek daha fazla maliyete katlanmak zorunda kalıyor; tarım ve gıda alanındaki kriz üreticiyi de tüketiciyi de derinden etkilemeye devam ediyor.

Yaşanan deprem felaketlerinin ardından ise üreticiler ve tüketici yurttaşlar açısından tarım ve gıda alanında sorunlar daha da arttı ve çeşitlendi.

Bu sorunlar üreticilerin üretememesi, üreticilerin kazanamaması, borçlanması, tüketicilerin güvenli ve besleyici gıdaya erişememesi gibi başlıklarda ortaya çıkıyor.

Tarım ve gıda alanında sorunlarını, gıda üzerinde emeği ve hakkı olan tüm taraflar açısından değerlendiren Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu ile 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri Günü yaklaşırken, cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği mücadelesini konuştuk.

adnan-cobanoglu.jpg
Çiftçi-Sen Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu

 

Tarım ve gıda alanında oluşan bu sorunları nasıl açıklıyorsunuz? Bu bir gıda krizi mi?

Aslında yaşananlara baktığımızda, Türkiye kendisine yetebilecek tarzda gıdayı üretebilen bir ülke. Fazlasını da ihraç edebilen bir ülke. Ama öyle bir şey yaşanıyor ki yoksulların; kent yoksullarının, çiftçilerin, tarım işçilerinin gıdaya erişimleri zorlaşmaya başladı. Çünkü ciddi bir tarzda, şirketlerin kontrolüne geçen bir gıda sistemi oluşmaya başladı.

Bu sadece bizim ülkemizde değil dünyanın birçok ülkesinde, bize benzeyen ülkesinde bu yaşanıyor. Önceleri kendi tohumunu üreten, kendi tohumu üzerinden üretim yapan çiftçiler özellikle 1950’lerden sonra, 1960’lı yıllarda verimlilik artışı adı altında şirket tohumlarının baskısı altına girdiler.

Daha verimli, daha çok ürün üretileceği adı altında tek tipleşmiş bir tohum piyasaya sürülmeye başlandı şirketler tarafından. Bu da teşvik edildi. O zamanki kooperatifler vasıtasıyla, devletin teşvikleriyle; daha ucuz ve güvenilir tohum adı altında bu tohumlar sunuldu… Çünkü uluslararası sermaye bunu destekleyen bir noktadaydı.

Şu amaçlanıyordu aslında; kapitalizm, kendini yeniden üreten, sermaye biriktiren ve bu sermayeyi de farklı alanlarda yükselten bir sistem. Şeyi düşünmüyor, halkın ihtiyacını düşünen bir sistem değil. Sistem doğrudan doğruya sermayedarların çıkarını düşünen bir sistem.

Bunu bizim gibi ülkelerde değişik yollarla dayattılar. Teşviklerle dayattılar, Marshall yardımları adı altında tarım sistemi değişmeye başladı. Enerjiye bağımlı, enerji yoğun bir tarım sistemi ortaya koymaya çalıştılar. Üreticiler daha çok verim alacağım adı altında traktörlerle tanıştı, hibrit tohumlarla tanıştı, şirket tohumlarıyla tanıştı, kimyasallarla tanıştı.

Daha önce bitkisel üretimle hayvansal üretim iç içeydi; biz çiftçiler hayvanların dışkılarını gübre olarak kullanarak verimlik artışı sağlama çalışıyorduk. Ama 60’lı yıllardan itibaren yoğun bir şekilde kimyasal gübre ortaya çıktı, teşvik edilmeye başlandı.

“Çiftçi, sermayeye bağımlı hale sokuldu”

Ve çiftçi, girdide sermayeye bağımlı, şirketlere bağımlı bir hale sokuldu. Nedir bu girdiler? Enerji ihtiyacı için petrol ve benzeri girdiler, tohum ihtiyacında hibrit tohumlar, verimlilik artışı adı altında kimyasal zehirler ve toprağa atılan kimyasal gübreler…

Dolayısıyla hem maliyet artışı söz konusu oldu çiftçi açısından, hem de bağımlı hale gelmeye başladı. Bu teşvik edildi çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası iş bölümü bizim gibi ülkelere tarımsal üretimi destekleme noktasında rol biçmişti.

Biz bir anlamıyla Avrupa’nın değişik gıda ihtiyacını karşılayan ülkelerden biri haline gelmiştik. Bu hızla 2000’li yıllara gelindiğinde farklı bir dönüşüm baş gösterdi tüm dünyada. Artık şirketler tarımı ve gıdayı sanayileştirmeye başlamıştı. Artık sektör haline gelmeye başlamıştı.

Ve bu sektörün değişik rol üstlenenleri oldu. Örneğin paketleme fabrikaları, hazır gıda üretimi, dondurulmuş gıda üretimi; gıda (aynı tarımda olduğu gibi) bir temel ihtiyaç maddesi olmaktan çıkıp, sermaye birikim aracı haline geldi. Ve şirketler ciddi kârlar elde etmeye başladılar.

 

“Ülkemizde de çiftçiler üretemez hale gelmeye başladı. Piyasayı belirleyenler şirketler oldu…”

Sanayiye yaptıkları yatırımdan çok fazlasını kâra dönüştürdüler. Dolayısıyla, tarımsal üretimi ve gıdayı tamamen kontrol altına alacak bir tarza dönüştürmeye başladılar. IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları, ikili anlaşmalar ve Dünya Ticaret Örgütü’nün ortaya çıkışı bu süreci hızlandırdı… Ve bizim ülkemizde de çiftçiler üretemez hale gelmeye başladı.

Piyasayı belirleyenler şirketler oldu. Girdilere bağımlılık ister istemez çiftçilerin daha düşük kazanç elde etmelerine sebep oldu. Neoliberal politikalar zaten devlet desteklerini ortadan kaldırmıştı. 50’lerden sonra devlet taban fiyat uygulaması yapıyordu, desteklemelerde bulunuyordu.

Çünkü üretimi artırmak gibi bir derdi vardı o süre içerisinde. Henüz bu kadar makineleşmemişti her şey. Henüz bu kadar girdilere bağımlı hale gelmemişti çiftçiler. Aslında süreç öyle bir hızlandı ki 2000’li yıllarda bizim elimizi kolumuzu bağlayan yasalar çıkmaya başladı.

İşte 15 günde 15 yasa çıkarıldı; bu yasaların çoğunluğu tarım ve gıdaya ilişkindir. Tütün yasası çıktı, şeker yasası çıktı, tarım satış kooperatifleri birliği yasası çıktı; çiftçilerin sermayesiyle oluşturulan TARİŞ Bank’a sermayesini artıramadığından dolayı el konuldu.

Devlet dedi ki “biz artık aradan çıkıyoruz, şirketlerle küçük çiftçiler yüz yüze gelsin, büyüyebilen büyüsün yani kapitalist çiftlik haline gelebilen gelsin, yok olan da yok olsun…”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz