Önceki hafta gıda enflasyonunu, bayram tatilindeki emekçilerin kent merkezindeki fiyatlarla karşılaşma deneyimleri üzerinden değerlendirmiştik. Bu hafta ise kafe ve restoranların fahiş fiyatlarına karşı yapılan boykot çağrısıyla konuşuyoruz.
Daha önceki haftalarda girdi maliyetleriyle, kur artışıyla; daha da öncesinde Ukrayna-Rusya savaşıyla, pandemi ve tedarik zincirinde yaşanan kısıtlamalarla, kuraklıkla, aşırı yağışlarla, alım gücündeki düşüşle, aracılarla ilişkili olarak, her seferinde konjonktürel bir bağlamda ele alırken, sık sık yapısal ve sistemik sorunlardan muaf bir olgu gibi tartışma hatasına düşüyoruz. Halbuki gıda krizi pandemiden, kur artışlarından, istihdamdaki düşüşten, Ukrayna-Rusya savaşından eski. Hatta Dünya Bankası’nın 12 Mart tarihli çerçeve belgesinde ifade edildiği üzere Türkiye’de son on yıldır gıda enflasyonu genel enflasyonun üstünde seyrediyor.
Yukarıda saydıklarımın enflasyona etkisi tartışmasız. Ancak yıllar içinde tüm bu koşullar birbirinin üstüne binerek sorunu büyütürken ortaya çıkan tutarsız analizler, önerilerin niyetinden bağımsız olarak toplumda eşitsizliklerin sebebine ilişkin kafa karışıklığını besliyor görünüyor. Bu da, haklı taleplerin oraya buraya çekilmesini, sorunu ve talebi herkesin istediği gibi yorumlayarak sorumluluktan kaçabilmesini sağlıyor. Örgütlenmenin de hayli zayıf olduğu böyle bir düzlemde haklılar da yan yana gelemiyor. Diğer her şey bir yana, gıda enflasyonuna ilişkin herhangi bir eleştirinin, işe serbest piyasanın spekülatif yapısını ve tohumdan sofraya bir bütün olarak gıda sistemini ele alarak ve aksi takdirde bu gidişatın değişmeyeceğini kabul ederek başlaması gerekiyor.
∗∗∗
Şurası yadsınamaz ki çarşı, pazar, market faturaları gibi kafe ve restoranların fiyatları da emekçilerin bütçesini zorlamakta. Diğer yandan hem kentsel hem de kırsal emekçiler yaşam maliyeti ile mücadele ederken, gıda ticareti yapan şirketler büyük karlar elde etmekte. Eksik olan, tüm bu sorunları tek bir potada toplayacak bir mücadele zemini.