Seher vaktiydi. Güneş henüz yüzünü göstermemiş ama kızıllığı Er Dağı’nın arkasından belli oluyordu.
Serçelerin senfonisi yeni başlamıştı.
Onların o güzelim ritmik melodisine karışan inek sesleri orkestralardaki en büyük davulun sesini andırıyordu.
İnek sesleri aynı zamanda köyün nahırının toplanmaya başlandığını gösteriyordu.
O zamanlar nahırda 600-700 hayvan olurdu.
Kendimi bildim bileli, bizim nahır Reşo‘ya emanet edilirdi. Ağrılı bir Kürt’tü. Dört eşi ve 24 çocuğu vardı.
Kahverengi kıl çadırlarını kurar, hayvanlar ahıra kapatılıncaya kadar bizim ilçede yaşarlardı.
Reşo‘nun üç oğlu hayatların kapılarından toplaya toplaya sürdükleri hayvanların peşinden yürüyordu.
Bizim ineklerin gırgallarını çözüp ahırdan dışarı sürdüm ve nahıra kattım.
Reşo‘nun benim yaşlarımda olan küçük oğlu Agit‘le göz göze geldim.
Gayri ihtiyari “kolay gelsin” dedim.
Yüzüme adeta “kolaysa başına gelsin” der gibi baktı.
Boyunlarına astıkları bez çantalarda azık olarak ekmek ve peynir olduğunu tahmin ediyordum. Arkadan iki çoban köpeğinin ortasında yürüyen merkepte ise su bidonları ve çay yaptıkları eski püskü bir çaynik vardı.
Bizim hayata geri döndüğümde Ali Rıza dedemi gördüm. Başında hiç çıkarmadığı el örgüsü papağı vardı. Masanın yanına sandalyesini koyup oturmuştu. Masada boş bir tabak duruyordu. Dedem islenip kararmış çayniği aldı, masasındaki istekanı çayla doldurdu.