Mehmet Yaşin
Bakliyat denince akla hemen kuru fasulye gelir. 1500’lü yılların başında, Avrupa kıtası ile tanışmış olan kuru fasulye, aslında Amerikalıdır. Amerika’nın milli yiyeceğidir. Binbir kılığa girip, dünyasofralarında yer alır.
Biz Türkler de fasulyeyi “milli yiyecek” sınıfına sokarız. Bir zamanlar yoksul sofraların baş tacı olan kuru fasulye, son zamanlarda sınıf atlasa da (kilosu 45 lira olmuş), çoğunluğun sevdiği yemek olma ünvanını kimseye kaptırmamıştır.
Sermet Muhtar Alus bu konuda şunları yazar: “Fakir aileler, patlıcan ihtiyar zencilerin suratı gibi pörsüklenince fasulyeye yatarlardı.
Yazdan bir çuval alırlar, 6 ay yalnız onu yerler, bıkmaz usanmazlardı.” Kuru fasulye, Atatürk’ten torpillidir. Onun en sevdiği yemek olduğu için, toplum tarafından “milli Yemek” sıfatına layık görülmüştür.
Atatürk’ün kalabileceği her mekanın mutfağında, mutlaka bir tencere kuru fasulyenin hazır bekletildiği söylenir. Ben de herkes gibi kuru fasulyeyi severim. Ama sucuklusunu, etlisini, pastırmalısını değil. Acı, sivri kırmızı biber ve salçayla pişmiş olanı makbulümdür. Hele yanında bir de tereyağlı pirinç pilavı varsa, yemede yanında yat durumu oluşur!
Suyuna ekmek doğrarım, tabağımda kalan tanelerle pilavımı süslerim. Fasulyeye tek itirazım, nohutu ikinci planda bırakmasınadır. Hep birinci olmak ister. Bakliyatın tek kralı benim der!
Halbuki nohut, fasulyeden daha millidir. Çünkü dünya yüzünde ilk evcilleştirildiği yer, güney ve güneydoğu Anadolu’dur. Oradan önce Orta Doğu’ya, daha sonra İran ve Hindistan’a yayılmıştır.
Millilik konusunda da fasulye ile yarışır. Örneğin leblebi kılığına girip, büyük küçük tüm Türk insanının sevgisini kazanmıştır. Üstelik, fasulye gibi Atatürk’ten torpillidir. Onun rakı sofrasının en sevgili mezesidir.