Bir süredir gündemimizi Mısır ve elbette mumyalar kaplıyor. Ölümün ne olduğuna ilişkin ardı arkası kesilmeyen sorular azıcık dindi derken, mesele bu kez de paraya geldi. Altı yaşında hayatın anlamına bu kadar da dalınmaz ki.
- Oğlum çok fakirlermiş, yiyecekleri yokmuş, paraya ihtiyaçları varmış.
- Parayı nereden buluyorlar?
- İşte mezarlardaki değerli olan her şeyi çalıp satıyorlar?
- Peki neden çalışmıyorlar?
- Sanırım iş bulamıyorlar Çınar’cığım.
- Peki siz parayı nereden buluyorsunuz?
- Biz çalışıyoruz?
- Çocukken nereden buluyordunuz?
- Anne babamız bakıyordu bize?
- Ya anne babanızın parası olmasaydı?
Uyku geldi bedene gözler oldu çedene. Neyse bu akşamlık yırttık. Soruların devamının geleceğinden adım gibi eminim.
Bugün, göç fakiri baba tarafımın Cumaovası ile; toprak sahibi [bir zamanlar] anne tarafımın Torbalısı’na gideceğiz. Zengin kız ile fakir oğlan ebeveynlerimizi aramıza alıp ablamla birlikte gezeceğiz. Bu gezideki bütün karakterler gerçektir, ablam ve benim gerçekliğimiz kadar.
Osmanlı’nın son dönemleri, Tikveş’ten yapılan uzun yolculuğun sonunda kapağı İzmir’e atar baba tarafım. Bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı kapıya dayanır. Varlarını yoklarını Balkanlar’da bıraktıkları yetmezmiş gibi, karneye bağlanıp karınlarını zar zor doyururlar. Bir tanıdıkları “Gel sen beni dinle, bu dönemi köyde geçirin, hiç olmazsa çocuklarının karnına bir lokma yemek girer.” deyince babamın babası tası tarağı toplar, zaten daha fazlası da yoktur, ailesini Cumaovası’nda çam ağaçlarının dibindeki Traşça köyüne yerleştirir. Babam vefatına yakın, bir yandan anasını babasını sayıklar, diğer yandan ata memleketi Makedonya’dan dem vururken ara sıra bu küçük köyden de söz ederdi. Birlikte gitmek nasip olmadı. Kalktık ölümünden sonra biz ziyaret ettik. Adının Çamönü’ne döndüğünü bilmeden, sora sora bulduk Traşça’yı.
- Balkanlar’ın verimli topraklarında tütün yetişirmiş. Babam öğretmiş Traşça köylüsüne nasıl dikilir tütün fideleri, nasıl yetiştirilir. Babam çok iyi bir çiftçiymiş, onun babası da okumuş bir adammış, İstanbul’da Fatih Medresesi’ne gitmiş, bitirmiş mi bilmiyorum ama epey para yemiş. Ya işte böyle…
Girdik köye, babamı bilen yok. Üzerinden yıllar geçmiş, nesiller nesilleri devirmiş. Sonra birisi, hep öyle birisi olur ya yaşlılardan, demirbaştır: “Siz falancaya sorun.” dedi, evini tarif etti. Gittik, bi baktık yaşlı bir teyze ve gelini. Tanımasınlar mı bizi, beni, çocukluğumu. Nasıl yani? Çıkardılar fotoğrafları. Meğerse oğullarının askerliği Samsun’a çıkmış yetmişli yıllarda, kalkmışlar hep birlikte Karadeniz’e gelmişler. O zamanlar babam Samsun’da doktor, sülalece bizim evde kalmışlar. Nereden nereye… Hayatımda görmediğim bir köyde, bebelik fotoğraflarıma bakarlarmış hiç tanımadığım insanlar da; beni, bizi anarlarmış. Sonra annem hatırladı birden. Büyük şehirde yaşayanlar Anadolu’dan gelenleri, Anadolu’da yaşayanlar da büyük şehirden gelenleri nasıl ağırladıklarını kolay kolay unutmazlar. Hem söylenirler “Amma kalabalık geldiler, gitmek bilmediler.” diye; hem de anılardan kalanlarla eğleşirler.
Buraları, Küçük Menderes’in suladığı; dünyanın en verimli, tarihin en zengin topraklarıdır. Önünden geçer gideriz. Çoğumuz varacağımız yeri düşünür, yolun kendisini zül görürüz. Hadi gel girelim içeri kapısından, suyunun yanında dinlenelim. İster Traşça’dan ana yola geri dön, istersen aradaki manzaralı yollardan devam et, elli beş dakika tutar Torbalı; anneannemin memleketi.
İnsanlar yüzyıllar boyunca bıkmadan usanmadan aynı yerlere yerleşmişler, şehirler katman katman bir diğerinin üzerinde yükselmiş. Yerleşimlerin en güzelidir antik şehirlerin tepesine kurulan köyler. Hep özenirim sanırdım, meğerse kan çekiyormuş, meğerse anneannem Torbalılı olsa da onun annesi Metropolis antik şehrinin üzerine kurulu olan Hamidiye, bugünkü adıyla Özbey Köyü’ndenmiş.