Yaşanabilir arazilerin ve doğal kaynakların büyük kısmından pay alan besin amaçlı hayvancılığa alternatif sunan girişimlerin sayısı hızla artıyor.
Bugün hayal etmesi bile zor; ancak daha 1900’lerin ortasına kadar insanın ortalama yaşam beklentisi 32 yıldı. Şehirleşme, ulaşım ve özellikle sağlık alanındaki bilimsel gelişmeler gibi Sanayi Devrimi etkileri sayesinde, 1950’lerde ortalama yaşam 45 yıla çıktı. Bölgesel, sınıfsal ve benzeri ayrımları göz ardı edersek, bugün ömür dediğimiz süreçte 75 yıllık bir beklentiye sahibiz. İkiye katlanan yaşam süresi Sanayi Devrimi’nin yan etkilerinden sadece biri. Çok daha dramatik olan kısım “nüfus patlaması”.
1800’lü yıllara dek gezegenimizdeki insan sayısı 1 milyar barajını hiç aşmamış. Onu izleyen iki yüzyıl içindeyse sayımız 8 kat artarak 7.9 milyara ulaşmış durumda. Öngörüler 2057’de 10 milyar seviyesine çıkacağımızı gösteriyor. Ne acıdır ki ömrü sürekli uzayan bu muazzam kalabalığın kişi başına üretimi tarihin en düşük seviyelerinde. Tüketimi ise aksine benzeri görülmemiş oranda yüksek.
Özetle insan yorgunu bu gezegen, 4.5 milyar yıllık tarihinin en zorlu dönemini yaşıyor. Bunun endüstrileşmenin kaçınılmaz sonucu olduğunu savunanlar az değil. Ne var ki bu tespitler artık iklim kriziolarak anmak zorunda kaldığımız sorunlar yumağı karşısında hiçbir anlam taşımıyor. Hele ki beka meselemiz “beslenme” konusunda.
Beslenmeye dayalı küresel verileri toplayarak trendleri takip eden Global Nutrition Report’a göre hem çocuklarda hem yetişkinlerde düşük kiloluların oranı hızla azalırken fazla kilolu ve obezlerin payı aynı hızla artıyor. Bu sonuç gıda bolluğundan çok sağlıksız (endüstriyel) beslenmeyi işaret ediyor.
Ucuz etin yüksek bedeli
Hem mevcut gıda üretim düzeni hem de alım gücü endeksleri, mevcut nüfusun tamamını sağlıklı gıdayla doyurma şansına sahip olmadığımızı gösteriyor. Dolayısıyla insanca yaşamın en temel hakkı olan “insanca beslenme”, her geçen gün daha az kişinin ulaşabildiği bir ayrıcalık olma yolunda ilerliyor. Covid19 pandemisinin yarayı daha da derinleştirdiği ortada.
Bu koşulların yarattığı zorlayıcı şartlardaki arayışlardan biri de “ikame gıdalar”. En büyük cephelerinden biri de “etsiz et”. Et görünümünde, tadında ve -tercihen- besleyiciliğindeki bu yeni nesil gıdalar tamamen sebzelerden “imal ediliyor”.
Ete alternatif oluşturabilmenin önemini sayılarla açıklamak mümkün: Dünyanın yüzde 71’i okyanus, deniz ve göllerden ibaret. Kalan yüzde 29’luk kara parçasının sadece yüzde 70’lik bir kısmı yaşamaya uygun. İşte bu yaşanabilir alanın tam olarak yarısını tarıma ayırmış durumdayız. Ve bu kısıtlı tarım alanının yüzde 77’sinde gıda amaçlı hayvancılık faaliyetleri yürütülüyor.
Et üretiminin su kaynakları açısından faturası da epey yüksek. Örneğin (geleneksel tarım teknikleriyle) her 1 kilogram sebze için 322, meyve için 962 litre su tüketiliyor. Bu seviye tavuk etinde 4 bin 300, inek etindeyse 15 bin 400 litreye ulaşıyor.
Bu yüzden etin yerini alabilecek “bir şey”, dünyanın ve insanlığın geleceği adına gerçekten “hayati” önem taşıyor.
Alternatif arayışı pek de yeni sayılmaz. Örneğin 1852 yılında rezene ve şalgam bitkilerinden üretilen sosis, kayıtlara “büyük bir icat” olarak olarak geçmiş. Bugün et ikamesi olarak sıkça kullanılan soya, ilk defa 1911’de Fransa’da denenmiş. Soya tabanlı ilk alternatif etin piyasaya sürülmesi ise 1922 yılına denk geliyor.