Şu aralar her hafta en az birkaç gastronomi festivali haberi okuduğunuza eminim. Saymadım ama 81 ilimiz varsa neredeyse 181 festivalimiz var, hatta belki de daha fazla. Arada bir-iki yıl yapılıp sonra ortadan kaybolan ‘geleneksel’ olanları saymıyorum bile. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde düzenlenenlerin pek çoğunun hiçbir mesaj kaygısı yok, sadece sponsordan para kazanmak için yapılıyor. Anadolu’dakiler daha iyi niyetli. Ama onlarda ya vizyon eksikliği ya yanlış strateji hatta strateji belirleyememe gibi sorunlar var. Gerçi çoğunun tarihine etkinlikten kısa süre önce karar verildiği için strateji belirlemek de zaten çok zor.
“Festivallerde tadılan yöresel yemeklerin malzemesi, pişirme yöntemi ve geleneği konuklara mutlaka aktarılmalı.”
Bizim sorguladığımız kısım genelde ‘amaç’ oluyor. Bu festivalin amacı neydi? Bence en büyük soru işareti burada. Amaç o şehrin yemek kültürünü veya bir malzemesini tanıtmaksa -ki daha ufak çaplı tek bir ürüne yönelik olanlar bana çok daha anlamlı geliyor- bunu sadece etkinliğe giden insanları yedirip içirerek yapamazsınız. Yedirdiğiniz yöresel yemeği içindeki malzemesiyle, pişirme yöntemiyle, hatta varsa hikâyesiyle anlatmalısınız.
MIRRAYI BALIKLIGÖL’DE İÇMEK BAŞKA…
Bizde hikâye eksikliği var. Pardon yanlış söyledim, hikâye anlatma eksikliği var! Tüm dünya hikâyesi olan yemeklerin, ürünlerin ve tabakların peşinde. Bu kadar derin bir coğrafyada yaşayan insanlar olarak kültür ve geleneklerimizden gelen hikâyelere daha çok odaklanmalıyız. Bu her zaman bir yemek değildir, bazen bir ürün olabilir, bazen de onu üreten üretici ve onun yaşadığı zorluklar o ürüne daha çok saygı duymamızı sağlar. Görünür kılmaya çalıştığınız ürün ve malzemeleri şeflere sevdirmeniz de çok önemli. Çünkü mutfaklarında kullanacak olan, belki de farklı yorumlayarak malzemeye boyut atlatacak olan asıl onlar.