Abdullah Aysu, Gıda Krizi’nde “gıda ayaklanmaları” gibi çok ağır sonuçlar doğuracak bir büyük krizin içinde olduğumuzu anlatıyor. Hayatımız karanlık bir bilimkurguya dönüşmeden önce bir uyarı zili çalıyor.
Önümde duran ve kapağını az önce kapattığım kitaba bakıyorum. Daha doğrusu bakmamaya, okuduklarımın kafamda evrildiği düşünceleri beynimin kıvrımlarından kovmaya çalışıyorum. Ama açıkçası bunda pek başarılı olamıyorum. Aklıma daha bir iki ay önce sinemalarda gösterilen film geliyor: Interstellar.
Bugüne kadar okuduğum tüm distopik bilim kurgularda ve izlediğim filmlerde insanlığın felaketi olan krizler hep uzak bir gelecekte ve uzak bir galakside yaşanırdı. Oysa Christopher Nolan’ın filmi Interstellar’da –izleyenler hatırlar- o felaket senaryosu şu an ve burada yaşanıyordu. Zaten filmin bu kadar çarpıcı olmasını sağlayan temel unsur da buydu bana kalırsa: “gıda krizi” ile başlayacak bir toptan yok oluş hikâyesi; hemen burada ve hemen şimdi…
Önümde duran ve okumayı az önce bitirdiğim kitabın adı Gıda Krizi. Abdullah Aysu kaleme almış. Ve Interstellar’ın ilk sahnelerinde olduğu gibi Abdullah Aysu da bir gıda krizini anlatıyor. Ve yine o filmdeki gibi hemen burada ve hemen şimdi yaşanan bir krizi.
Fakat ne yazık ki Aysu’nun Gıda Krizi bilimkurgu değil. Saf, katıksız ve tüylerimizi diken diken eden, etmesi gereken bilimsel bir araştırma.
Mesela dünyadaki gıda üretimi şu anki dünya nüfusunu rahat rahat beslemeye yetecek miktarda. Hatta Aysu’nun aktardığı rakamlara bakılırsa üretimin yüzde 30’a tekabül eden bir fazlası var; toplamda 12 milyar insana yetecek bir gıda üretimi… Yani günümüzdeki gıda üretimi, yetip de artıyor bile. Ama dünyada 1,5 milyar insan açlıkla cebelleşiyor. Ve yine bunun yanında üretilen gıda maddelerinin üçte biri, yani yaklaşık 4 milyar insanın ihtiyacını karşılayabilecek miktarda besin maddesi çeşitli nedenlerle çöpe gidiyor.
Açlar ve toklar
Dünyanın bir tarafı açlıkla boğuşurken diğer tarafında obezite, yeme bozukluğu gibi başka problemler var. Her yıl dünya çapında açlıktan dolayı hayatını kaybeden insan sayısı 36 milyonken çok yemekten kaynaklanan bozukluklar nedeniyle de 29 milyon insan ölüyor.
Titiz bir araştırmanın ürünü olan kitabın nelere değindiğini aktarmadan önce vurgulamam gereken bir nokta var. O da benzer konularda yazılan birçok kitabın aksine Gıda Krizi’nin hemen her yaştan insan tarafında rahatlıkla anlaşılacak bir dil ve biçimle kaleme alınmış olması. Bir kere kitap aktarmaya çalıştığı meseleyi sistematik bir şekilde ele alıyor. Çok sayıda başlık ve ara başlıktan oluşuyor ve her başlığı hem diğerlerinin devamı gibi hem de bağımsız olarak okumak mümkün. Dahası metin içinde yer alan bir takım çarpıcı bilgiler ve veriler de sayfalara spotlar halinde yerleştirilmiş böylelikle metnin ilgi çekiciliği artırılmış. Bunun yanı sıra ana metne yardımcı olacak farklı metinler de kutular içinde sayfalara yerleştirilmiş. Böylelikle hem anlatılan meselenin farklı boyutları göz önüne serilmiş hem de okuma kolaylığı sağlanmış.
Kitabın bir başka önemli özelliği de içerdiği verilerin bahsedilen konularla ilgili en son veriler olması. Sadece veriler değil, kitapta alıntılanan metinler, köşe yazıları ve diğer metinler de en son verileri veya bilgileri içeriyor.
Abdullah Aysu’nun Gıda Krizi sadece rakamlarla, verilerle yaşadığımız krizi anlatmış olsaydı karşımızda bir “felaket tellalı” var diyebilirdik. Ama Aysu meseleye ideolojik, ekonomik ve sosyal bir bütünlük içinde ve bu sürecin tüm bu unsurlarını ayrıntılarıyla aktararak yaklaşıyor.
Küresel şirketler
Kitap üç temel bölümden oluşuyor. Birinci bölüm “küresel gıda krizi” üzerine. O bütünlüklü bakış açısının ilk adımı da burada ortaya çıkıyor zaten. Gıda güvenliğinin bir hak olduğunu ve bu hakkın da “gıda demokrasisi” kavramıyla birlikte düşünülmesi gerektiğini söyleyen Aysu, gıda krizinin boyutlarını ele alırken de çok uluslu şirketlerden, küresel düzenleyici kurumlara kadar sürecin tüm faillerini tek tek ve ayrıntılı bir şekilde önümüze seriyor. Kitabın ikinci bölümü ise “ekoloji” başlığını taşıyor. Bu başlık altında suyun, toprağın nasıl çok uluslu şirketler tarafından mülkleştirildiği ve metalaştırıldığı (buna paralel köylülüğün nasıl hunharca tasfiye edildiği), HES’lerin, rüzgâr santrallerinin ve hatta en temiz enerji üretim biçimi olan güneş enerjisi panellerinin bile ne gibi olumsuzluklara yol açabileceğini çarpıcı bir dille anlatıyor. Son bölümde ise “gıda egemenliğinin” nasıl adım adım küresel şirketlerin eline geçtiği ele alınıyor.
Kitabın sadece sorunlardan bahsetmediğini çözüm önerileri içerdiğini de bir kere daha vurgulayalım. Ve bu çözüm önerilerinin de “nevzuhur” ya da bu topraklara yabancı öneriler olmadığını söylemek boynumuzun borcu elbette.
Örneğin “gıda güvenliği” meselesini ele alırken, güvenliğin tohumdan başladığını bu nedenle de çokuluslu şirketlerin her şeyden önce tohuma hâkim olmaya çalıştığını (ve maalesef bunu da başardığını) anlatıyor bize Aysu. Ve çözüm önerisini de bu toprakların kadim bilgeliğinin tezahürü bir söz üzerine kuruyor:
Bu kurda, bu kuşa, bu da aşa…
Kitapla ilgili görebildiğim belki de tek eksiklik, o da nazar boncuğu olsun diye biraz zorlayarak söylersek, ‘çözümün ideolojik-sistemik boyutunun sadece bir değinmeyle geçiştirilmiş olması’. Şöyle ki; nihai olarak kapitalizmin varoluşu itibariyle nasıl ve neden bir gıda krizine yol açtığı, kendisini de bizi de eninde sonunda nasıl yok edeceğini ayrıntılı biçimde anlatıyor. Çözümleri de elbette. Ama bu çözümlerin nasıl bir ekonomik-sosyal sistemde yer alacağını anlatırken sadece bir yerde “Bookchin” vurgusu yapması ve Bookchin’in “Ekolojik Toplum” fikrine daha çok yer vermemesi bir eksiklik hissi doğuruyor.
Yazar adına savunmamızı da hemen yapalım; bu vurgunun daha derinlikli ele alınması hem çalışmanın hacmini bir hayli artıracağı hem de hâlihazırda çok boyutlu olan meseleye yepyeni bir boyut katacağından dışarıda bırakıldı muhtemelen.
Abdullah Aysu, Gıda Krizi’nde özetle bize büyük bir krizin arifesinde değil tam içinde olduğumuzu, bu krizden hangi sosyo-ekonomik sınıfa mensup olursak olalım hepimizin etkilendiğini, bu krizin “gıda ayaklanmaları” gibi çok ağır sonuçlarının hâlihazırda yaşandığını ve ama şimdilik belirli coğrafyalarla ve nüfus kesimleriyle sınırlı bu ağır sonuçların çok yakın gelecekte daha ağırlarının hepimizi beklediğini söylüyor. Bir alarm zili çalıyor Aysu…
Abdullah Aysu’nun bangır bangır çaldığı bu alarm ziline kulak vermekte geç kaldık. Bu gerçeği aklımızda tutmaz ve gereğini yapma konusunda parça parça değil bütünlüklü bir bakış açışı getirmezsek eğer çok yakın zamanda bilimkurgu diye izlediklerimiz günlük hayatımızın bir parçası haline gelecek. Ve maalesef o gerçeklikte, Interstellar’da olduğu gibi mutlu bir son olmayacak.
GIDA KRİZİ
Tarım Ekoloji ve Egemenlik
Abdullah Aysu
Metis Yayınları, 2015
306 sayfa, 27 TL.
Etobur olmak ya da olmamak
Şöyle bir genel alışkanlığımız var bizim: Meseleyi makro bazda konuşup, makro çözümler üzerinde anlaşmadıkça işe yarar bir şey yaptığımızı düşünmüyoruz. Memleketi düzeltemiyorsak eğer konuştuğumuzun yaptığımızın pek bir kıymeti yok diye düşünüyoruz.
Oysa bugün sistemin yani kapitalizmin yarattığı problemlerin neredeyse tamamının başka birçok bileşeni olduğunu ve bu bileşenlerden başta geleninin de tüketici -yani sen, ben, biz- olduğunu pek aklımıza getirmiyoruz. Biz talep etmezsek birçok ürünün üretilmeyeceğini, biz karşı çıkarsak bir çok üretim biçiminin değişeceğini görmüyoruz. Ne dediniz, bütüncül olmayan reformist fikirler mi bunlar? Buna kitabı okuduktan sonra karar verin bence.
Jeffrey Moussaieff Masson, Tabağındaki Yüz isimli kitabında tam da bu meseleye odaklanmış. Bir vejetaryen olarak kendi serüveninden örneklerle yola çıkan Masson günümüz hayvansal gıda endüstrisinin nasıl bir vahşet içerdiğini aktarıyor bizlere. Sadece bu endüstriye konu olan hayvanlar açısından da değil üstelik, bunun hava, toprak, su gibi tüm ekolojik yapı üzerindeki geri dönüşsüz tahribatıyla birlikte.
Masson önce gıda alışkanlığımıza antropolojik açıdan yaklaşarak insanın “etobur” olduğu efsanesini bilimsel verilerle yerle bir ediyor. Ve sonra da insanın temel beslenme rejiminin neden vejetaryen hatta vegan olması gerektiğini anlatıyor bize.
Masson’un yaklaşımının öncelikle ahlaki olduğunu vurgulamak lazım. En başından genetiği değiştirilmiş hayvanların, nerdeyse gün yüzü görmeden hayat döngülerini tamamladıkları et, süt ve yumurta çiftliklerinin gerçek yüzünü gösteriyor bize. Ve devam ediyor; dünyadaki tarımsal üretimin yüzde 30’unun bu çiftliklerdeki hayvanları beslemek üzere ayrılması, bunun yetmemesi sonucu kendi türlerindeki hayvanların, kan, kemik, kıkırdak ve diğer dokularıyla “zenginleştirilmiş” yeni tür gıda üretimi (evet yamyam hayvanlar), büyük çiftliklerin havaya, suya ve toprağa verdiği geri dönüşsüz zararlar…
Ve en ezber bozucu kısım; hayvanların da duygularının olduğu, sosyal varlıklar olarak yaşadıkları ve evet acı çektiklerini öğreniyorsunuz…
Ötesi var mı?
TABAĞINDAKİ YÜZ
Gıda Hakkındaki Gerçekler
Jeffrey Moussaieff Masson
Paloma Yayınevi
2015, 267 sayfa, 23 TL.
http://kitap.radikal.com.tr/