“İthal ettiğimiz ürünleri ülkemizde üretelim diyecek olursak, mevcut 23 milyon hektar tarımsal arazilerimize yaklaşık 4,5 milyon hektar arazi ilave etmemiz gerekir. Bu hemen olabilecek bir şey değil.” Bu cümleleri yeni Tarım ve Orman Bakanı Prof. Dr. Vahit Kirişci ilk canlı televizyon programında söyledi.
Tarımsal veriler ve bu verilerin değişimi ile ilgili herkesin bilgi sahibi olmasını bekleyemeyiz. Bu nedenle hemen 4,5 milyon hektar tarım alanının ne zaman kaybedildiğini aktarmamız gerekiyor. TÜİK’in Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından da yayınlanan verilerine göre; 1990 yılında ülkemizin tarım alanları 27.8 milyon hektar. 1990 yılından 2002 yılına kadar geçen 12 yıllık sürede 1,3 milyon hektar tarım alanı üretimden çıkmış. 2002 yılından 2020 yılına kadar geçen 18 yıllık sürede ise 3,4 milyon hektar daha azalarak Bakan Kirişci’nin söylediği gibi 23 milyon hektara gerilemiş. Üstelik nadasa bırakılan alan 5 milyon hektardan, 3 milyon hektara düşmüşken bu azalış gerçekleşmiş.
Tarımın en stratejik ürünü olan, Türkiye’nin ambarı olmakla övündüğü tahılların en önemlisi olan buğdayın ekim alanı son 20 yılda 2,5 milyon hektar azalmış. Diğer ürünlerin ekim alanlarındaki değişimi incelediğimizde bu alanın yaklaşık yarısının tamamen üretimden çıktığını söyleyebiliriz. Her 1 milyon hektar alan Türkiye ortalamasına göre 2,7 milyon ton buğday demektir. Bu miktar ise Türkiye’nin 2021 üretiminin %15’i, 2021 yılı ekmeklik buğday ithalatının %30’udur.
Ana amacı toprağın korunması ile tarım topraklarının amaç dışı ve yanlış kullanımların önlenmesi olan, 2005 yılında yürürlüğe giren Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu’na rağmen ülkemizin tarım alanlarındaki azalma oranının tüm dünya ülkelerinin ortalamasının üzerinde olduğunu da vurgulamak gerekir.
O zaman ortaya çıkan sonuç şu: Kendi kanunlarımıza uyup, son 18 yılda tarım alanlarımızı koruyabilseydik ithal ettiğimiz ürünlerin çok büyük bir bölümünü kendimiz üretebilecektik.
Kusursuz fırtına çok daha önce başladı
Bu süreç sadece ülkemizde yaşanmıyor. Kentsel nüfus artışının yüksek, tarımın ise ana ekonomik faaliyetler arasında olduğu ülkelerde yerleşim için kullanılan alan miktarı kent nüfusundan daha hızlı büyüyor. Bu durum ekilebilir alan kaybını artıran temel unsurlardan biri ve özellikle ülkemiz ile birlikte Hindistan, Çin gibi ülkelerde ve Kuzey Amerika’da birinci sınıf tarım arazileri üzerinde kentleşme süreci devam ediyor.
Son dönemde tarımsal üretim ve tedarik zincirinde yaşanan sorunlar, üretim ve ihracatta öncü olan ülkelerin korumacı politikaları ile büyük miktarda ithalat yapan ülkelerin stok artırması pandeminin başlangıcına tarihleniyor. Bu sürecin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile ivmelendiği de anlatılıyor ki, süreci hızlandırması açısından doğrudur da.
Ancak kusursuz fırtına çok daha önce başladı. Tarımda verimlilik her zaman önemini koruyacak ama 2050’de 9 milyara çıkacağı öngörülen ve giderek kentleşen nüfus için sadece ‘’yeterli gıda’’ yetmeyecek. Tarımsal emtia ve gıdalara düzenli erişimin sağlanması, temel gıdaların herkes tarafından satın alınabilir olması, beslenme kalitesinin artmasıyla gündeme gelen yeni gıdalar ile bunu sağlayacak tarımsal düzenlerin kurulup, sürdürülebilirliğinin sağlanması yeterli gıda üretiminden daha önemli olacak.
Gündelik sıkışmışlık ve menemendeki sucuk
Kıtlığın ne olduğunu, kimin aç kimin tok olduğunu tartıştığımız şu günlerde, gündelik politikalara sıkışmışlığın mecburiyetinden üretilen ‘’raflar, tezgâhlar doluysa, tarım ve gıdada bir sorun yok’’ açıklamalarının geçersizliğini halkımız anlamaya başladı bile.
Biz menemendeki sucuk dilimlerini sayarken ve buradan bir gelir düzeyi parametresi icat etmeye çalışırken, yüksek gelirli ve güçlü ülkeler su ve enerjiye erişim için dünyayı yeniden dilimliyor.
Dünyada küresel enflasyonist sürecin duracağına ilişkin bir öngörü yok. Emtia, enerji ve gıdada yaşanması olası bulunabilirlik sorunu fiyatlar üzerindeki baskıyı daha da artıracak gibi görünüyor.
Gıda-su-enerji bağlılığı, bu üç bileşen ile ilgili bir politikayı geliştirirken diğerlerini eşit olarak ele almak gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Tabii ki şu sıralar gündemden düşen iklim değişikliği bu karmaşıklığı daha da artırıyor.
İklim değişikliği ile ilgili politikalar şimdilik söylemden ibaret kalsa da, değişen küresel arz zincirinde tüm ekonomilerin bu sürece uyum sağlamaya çalışacakları kesin.
Potansiyel ve niyet
Biz, bu küresel arz zincirinin (şimdilik enerji dışında) çok önemli bir halkasıyız. Millî politikalarla yönlendirildiğinde ülkemize 4 saatlik uçuş mesafesinde olan 1 milyar tüketicinin yaptığı 2,5 trilyon dolarlık gıda harcamasından en az %10 pay alması işten bile olmayan tarımsal potansiyelimiz ve gelişmiş gıda sanayimiz var.
Başta tarım topraklarımızı korumak ve piyasayı düzenlemeyi sadece ithalat yapmak olarak algılamamak kaydıyla, bugünkü döviz kuruyla sadece 2 milyar dolar olan (bu miktar 2021 yılında sadece buğday ve mamullerinin ithalatı için ödediğimiz paradan daha az) tarımsal destekleme bütçesinin artması şart. Bu bütçenin çiftçinin maliyet ve geliri ile arz ve talep dengesi odaklı, su kullanımını gözeten, üretimde kaliteyi sağlayacak şekilde gerçekten üretim yapana aktarılması da çok zor değil.
Bunu yapacak paramız ve kurumsal/yönetsel kapasitemiz var çünkü.
Yeter ki: Niyet olsun.
Kaynak: www.gidahatti.com