Dünya nüfusunun 2100 yılında 11 milyar kişiye ulaşması bekleniyor. Herkesin aklında ise aynı soru var: Tarımsal üretim 11 milyar insanı beslemeye yeterli olacak mı? Eğer kentli nüfus kırsala döner ve kendi yiyecek ihtiyacını kendisi karşılarsa bu gerçekleşebilir. Aksi halde yapılması gerekense tarımsal verimliliği arttırıcı teknolojileri kabul etmek olmalıdır.
Geçenlerde yaptığım iki haftalık Kolombiya seyahatim sırasında tarımla yakından ilgilenen bir dostum bir mesaj ekinde gönderdiği “Dünya 11 milyar insanı besleyebilir mi?” başlıklı gazete haberi hakkındaki düşüncemi sordu. Benim yanıtım da “Geçen ay Kamboçya ardından da Kolombiya’yı görünce, dünyanın 11 milyardan fazlasını da besleyebileceğini söyleyebiliriz. Türkiye ise başka bir konu…” oldu. Söz konusu haberde1 özetle, halen 7,7 milyar olan dünya nüfusunun 2100 yılında 11 milyara erişeceği, mevcut doğal kaynakların da bu nüfusu beslemekte zorlanacağı, buna karşın Yeşil Devrim’de olduğu gibi bitkisel verimlerin yeni teknolojilerle daha da arttırılması halinde bunun mümkün olabileceği söyleniyordu. Bir de Afrika örneğinden hareketle dünyada üretilen tarımsal ürünlerin yüzde 30’unun daha sofraya erişmeden kaybedildiği belirtiliyordu. Linkini verdiğim haberde yazılanlara katılmamak mümkün değil. Ben daha önce de farklı vesilelerle yazdığım bazı hususları burada tekrar dikkatinize sunmak istiyorum. Dünyadaki canlı yaşamın dolayısı ile tarımsal üretimin temelini oluşturan en önemli girdilerden ikisi, yani güneş ve hava (azot, karbondioksit ve oksijen) bol miktarda mevcut, hem de bedava! Tarımsal üretimin diğer iki unsuru toprak ve tatlı su ise sınırlı ve daha da önemlisi insanların düşüncesiz davranışları sonucu azalma eğiliminde. Tabii bir de her canlının kaderini tayin eden, yani nasıl büyüyüp gelişeceğini farklı çevre koşullarında nasıl davranacağını belirleyen genetik yapısı var ki o da milyonlarca yıldır değişerek de olsa devam ediyor.
Kamboçya ve Kolombiya’da kırsal yaşam Neden Kamboçya ve Kolombiya aklımı çeldi? Her ikisi de tropikal kuşakta olan bu ülkeleri gezince doğanın insanlara, daha doğrusu doğayla iç içe yaşayan insanlara karşı ne kadar cömert olduğunu görebiliyorsunuz. Kilometrelerce seyahat ediyorsunuz, dağları bayırları aşıyor, okyanus sahillerinde ya da ırmak boyunca geziyor her yerde bir yerleşim yeri ve şu veya bu şekilde karınlarını doyuran insanların mutlu mesut yaşamlarını sürdürdüğüne şahit oluyorsunuz. Buralarda dört mevsim yerine yağışlı ve kuru olmak üzere iki mevsimin bulunması ve zaten pek soğuk olmayan sıcaklığın yıl boyunca sabit seyretmesi, barınma, giyinme ve ısınma ihtiyaçlarını en düşük düzeyde tutuyor. İnsanlar yiyip, içip sürekli çocuk yapıyorlar… Hemen her şey yıl boyu yetiştirilebiliyor, sahillerde zaten sudan ucuz olan deniz ürünleri halkın protein ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılıyor. Tabii burada asıl üzerinde durmak istediğim nokta büyük bir nüfusun kırsalda yaşıyor ve tarımsal üretimde bulunuyor olması. Büyük şehirlere gittiğinizde ise fakirlik ve hatta açlık hemen dikkatinizi çekiyor. Burada şu saptamaları yapmak doğru olur kanısındayım. Böylesi uygun iklim ve toprak koşullarına sahip bölgelerde kırsaldaki yerel nüfusu beslemek son derece kolay. Onlara şehirlerdeki sağlık, eğitim, vs. gibi olanakları sağlamak ise biraz sıkıntılı. Ancak şehirde bu imkanlara sahip olarak yaşayanlara yeterli miktarda besin sağlamak ise çok daha sıkıntılı. Öncelikle kırsalda yaşayanların kendi yiyecek ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde üretim yapmaları çevre üzerinde büyük bir olumsuz etki yaratmıyor. Geçimlik üretim dediğimiz bu üretim şeklinde birkaç tür bitkiyi birlikte yetiştirip, üç dört baş hayvan beslediğinizde doğayla barışık yaşıyorsunuz, ancak şehirlerin sunduğu imkanlardan yararlanamıyorsunuz. Kendi ihtiyacınız olandan çok daha fazlasını üreterek bunu şehirlerde yaşayanlara satabilirseniz, o zaman elde ettiğiniz gelirle yaşam standartlarınızı yükseltmeniz mümkün olabiliyor. Bu sefer de doğal yaşamla çatışma başlıyor, ekolojik dengeler alt üst oluyor, sosyal sıkıntılar da artıyor…Yani Marks’ın yüzyıl kadar önce saptadığı “metabolik kırılma” ya da uçurum oluşuyor. Diğer bir anlatımla, sanayi devriminden itibaren kırsal kesimdeki nüfusun çalışmak için hızla şehirlere göç etmesi tarımsal üretim sistemlerini de dramatik şekilde etkiliyor. Tarımsal üretimden çıkan nüfus bir anda sadece tüketici haline geliyor. Öte yandan kırsaldaki tarımsal işgücü açığı da makineleşmeyle gideriliyor. Tabii bunu mekanizasyon (şimdilerde robotlaşma) arttıkça kırsal nüfusun işsiz kalması olarak görenler de olabilir. Bu arada yukarıda kısıtlı doğal kaynak olarak belirttiğim toprağın aşırı üretim yükü nedeniyle başta azot olmak üzere bitki besin maddeleri açısından sömürülmesi, bu maddelerin zorunlu olarak sentetik gübrelerle toprağa tekrar kazandırılmasını zorunlu kılıyor.
Kırsal nüfus, kentli nüfusu beslemek zorunda kalıyor Yüzyılı aşkın süredir İngiltere’den başlayarak önce Avrupa ve sonra diğer gelişmiş ülkelere yayılan tarımın sanayileşmesi süreci şimdilerde gelişmekte olan ülkeleri de etkilemeye başlamış bulunuyor. Bu da milyarlarca insanın kendi ürettiklerini tüketmeleri yerine başkaları tarafından üretilenlerle beslenmeleri anlamına geliyor. Dolayısı ile tarımsal üretimde çalışan az sayıdaki insan çok sayıdaki insanı beslemek zorunda kalıyor. Bu da doğal kaynaklar üzerin
deki baskıyı arttırıyor, hatta alarm zilleri çaldırıyor. Onun için uluslararası platformlarda tarım ve gıda politikalarıyla ilgilenen kurum ve kuruluşlar, artan dünya nüfusunun yeter miktarda, kaliteli ve güvenli gıda ürünlerine erişebilmesi, yani gıda arz güvencesi için tarımsal üretimin sürdürülebilir yoğunlaşmaya yönelmesi gerektiğinde hemfikir görünüyorlar. Sürdürülebilir yoğunlaşma oldukça yeni bir kavram olması itibariyle halen farklı kesimlerde farklı biçimlerde algılanıp yorumlanabiliyor. Çevreciler işi bir tarafa çekip tarımın tamamen organik ya da agro ekolojik yöntemlere dönüştürülmesini isterken, karşı grup konvansiyonel tarımdan vazgeçilemeyeceğini zira organik tarımın yeterli verimlilik düzeyinde olmayacağını, diğer bir ifadeyle gıda arz güvencesinin bu şekilde sağlanamayacağını dillendiriyorlar. Giriş kısmında Kamboçya ve Kolombiya örneklerinden hareketle belirttiğim gibi organik ya da ekolojik tarım uygulamaları ile kırsal yaşamı tercih eden ya da buna mecbur kalan milyarları besleyebilirsiniz. Ancak söz konusu nüfusu artık 10 milyonu aşmış New York, Tokyo, İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayanları organik tarımla beslemek ham hayalden öteye geçmez. Bu olsa olsa çok sayıda fakir üreticinin az sayıdaki zengin kentli nüfusa hizmet etmeye mahkum edilmesinden başka bir anlam taşımaz. Tabii ki gerek dünyada gerekse Türkiye’de tarımsal üretimin sürdürülebilir yoğunlaşmaya dönüşümü ancak bilimsel çalışmalar sonucu ortaya konulan teknolojilerin yani hem modern üretim sistemlerinin hem de üstün vasıflı ürün çeşitlerinin ve hayvan ırklarının kullanımını gerektirmektedir. Bunun en somut kanıtı 1960’lardan itibaren hayata geçen Yeşil Devrim uygulamaları olmuştur. Sözde çevreci teknoloji karşıtları ne derlerse desin, Yeşil Devrim sayesinde yüz milyonlarca insan açlıktan ölmekten kurtulmuş ve halen de karınlarını doyurmaya devam etmektedirler.
Sürdürülebilir yoğunlaşma için dikkat edilecekler
Tekrar baştaki soruya dönecek olursak. Dünyanın 2100 yılında 11 milyara ulaşacak nüfusu beslemesi ancak tarımsal üretimde sürdürülebilir yoğunlaşmayı daha da etkin ve yaygın kılacak teknolojilerin geliştirilip uygulanmasına bağlıdır. Ama unutmamalıyız ki sürdürülebilir yoğunlaşma sadece teknolojik gelişmelerle sınırlı değildir. Bunun mutlaka sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda ele alınması gerekir. Daha önce iki kez yazmıştım ama tekrar hatırlatmakta yarar var: Sürdürülebilir yoğunlaşma için dikkate alınması gereken önemli hususlar şöyle sıralanabilir:
• Üretimin arttırılması: Bu, gıda arz güvencesinin olmaz ise olmaz koşulu. Ancak burada ürün tedarik zinciri dahil tüm aşamalarda kayıpların önlenmesi, gıda güvenliğine yönelik tedbirlerin alınması ve aşırı fiyat dalgalanmalarının önüne geçilmesi gerekiyor.
• Verimliliğin arttırılması: Üretimin arttırılması sadece tarım arazilerini arttırarak değil; birim alandan maksimum verimi alacak ancak bunu yaparken de çevre üzerindeki etkiyi minimum düzeyde tutacak tedbirleri alarak sağlanmalı.
• Gıda arz güvencesi ancak çevresel sürdürülebilirlik göz önünde tutularak daim kılınabilir. Yani yeni arazileri sulamaya açarken bunun biyoçeşitlilik üzerindeki olumsuz etkileri ve sera gazı salımını arttırması vs. göz önünde tutulmalıdır. Yani, illâki her yerde verimi arttıracağız diye sulama yapmak akılcı ya da sürdürülebilir olmayabilir.
• Sürdürülebilir yoğunlaşma için bilim ve teknolojinin her türlü imkânlarından yararlanmak gerekir. Yani nerede organik tarım, nerede konvansiyonel tarım ya da ileri teknoloji girdili tarım yapılacak, bunların havza bazında ve tabii ki bölgenin sosyoekonomik koşulları da çok iyi irdelenip karar verilmesi gerekir.
Yeni ıslah teknolojileri sihirli değnek değil! Ne yazık ki neredeyse son 20-25 yılda GDO’lar üzerinde yürütülen karalama kampanyaları, sürdürülebilir yoğunlaşma için önemli imkanlar sunan bu teknolojinin yeterince yaygınlaşmasını engellemiştir. Bunun benzeri tartışmalar CRISPR yöntemi kullanılarak yeni bitkilerin geliştirildiği yeni ıslah teknikleri üzerinde de yapılmaktadır. Örneğin, organik üreticiler ve teknoloji karşıtları şimdiden bu teknolojinin gizli GDO üretmede kullanacağını ileri sürmektedirler. Ben burada, GDO’lar gibi son yıllarda genome düzenleme yöntemi olarak büyük heyecan yaratan CRISPR teknolojisinin de sihirli bir değnek olarak gösterilmesine karşı olduğumu belirtmek isterim. GDO’larda olduğu gibi CRISPR teknolojisi de ancak bazı özelliklerin geliştirilmesinde kullanılabilir; tarımsal üretimin her sıkıntısını çözecek sihirli bitkiler geliştiremez. Onun için şimdiden beklentileri yükseltmenin pek doğru olmayacağı kanısındayım. Yukarıda 4 madde halinde sıraladığım sürdürülebilir yoğunlaşma unsurları bir bütünlük içinde ele alındığında yeni ıslah teknolojilerinin büyük avantaj sağlayacağı ise tartışma götürmez. “Türkiye ise başka konu…” derken de tarımsal üretimin içine düşürüldüğü acınası durumu kast ediyordum. Sözde neoliberal politikalar sayesinde önce sanayisizleştirme şimdi de tarımsızlaştırma programlarının büyük bir azimle uygulandığı Türkiye’de ödemeler dengesi gittikçe bozulduğu gibi gıda arz güvencesi de doğal olarak pek parlak görünmüyor. Bu tabii ki başka bir yazının konusu… Özetle, dünyadaki doğal kaynakları kullanarak 11 milyar nüfusu beslemenin iki yolu bulunmaktadır. Ya şehirlerde yaşayan insanlar “lüks” yaşamı bırakıp kırsal yörelere taşınarak “doğayla baş başa” kendi ihtiyaçları olan yiyecekleri yetiştirecekler ya da birilerinin kendileri için üretim yapmalarını bekliyorlarsa tarımsal üretimde “sürdürülebilir yoğunlaşma” için gerekli teknolojileri benimseyeceklerdir.