Bazı yerler vardır; size ait değildir ama siz onlara ait hissedersiniz. Alavya, işte benim için tam olarak öyle bir yer. 2021 yazında, pandemi sonrası içimde taşıdığım ağırlıkla gittiğim bu eşsiz mekân, yalnızca beş gün içinde beni kendime döndürdü. O günden bu yana her yaz aynı ritüelle, lavanta kokularının peşine düşerek oraya giderim. Çünkü Alavya’ya gitmeden bir yıla veda edemem. Çünkü ancak orada gerçekten arınabildiğimi, yenilendiğimi ve “Aslı” halime geri dönebildiğimi biliyorum.
Alavya, yalnızca doğanın ortasında kurulmuş estetik bir otel değil; aynı zamanda yaşamın ritmini kalpten duyan, doğaya sadece saygı duymakla kalmayıp onunla iş birliği içinde var olan bir yer. Sadece zeytin ağaçlarının altında güneşi batırmakla kalmazsınız, o zeytinlerden elde edilen yağı sabah kahvaltınızda tadarsınız. O bal, kendi kovanlarından gelir. O aromatik otlar, ya kendi bahçelerinden ya da yakındaki köylerden özenle toplanır. Kısacası, her lokma doğayla kurulan şefkatli bir ilişkiden süzülüp gelir sofranıza.
Alavya’nın mutfağı, gastronomi dünyasında çoktan saygın bir yere sahip. Ancak onu farklı kılan sadece bu değil. O mutfakta pişen her şeyin bir hikâyesi, bir toprağı, bir mevsimi var. Ürünler mümkün olduğunca kendi yetiştirdikleri alanlardan ya da çevrede yaşayan üreticilerden temin ediliyor. Doğallık ve lezzet, lüksün yerini alıyor ama konfordan da asla taviz verilmiyor. Alavya, doğayı bozmadan lüksün mümkün olabileceğini bize hissettiren o nadir yerlerden.
Ve tabii Rana…
Orada tanıştığımızda, ilk andan itibaren onunla aynı dili konuştuğumuzu anladım. Sadece kelimelerle değil, yaşam felsefesiyle, dokunuşlarıyla, sadeliğiyle… İnsan, hayvan, bitki… Hepsini aynı kalple gören, fark yaratmayı kendine görev değil, varoluş biçimi haline getirmiş bir kadın. Alavya’da sürdürülebilirlik onun için bir slogan değil; nefes alış biçimi. Çöp toplama etkinlikleri, çevreye duyarlı projeler, toprağa saygı… Tüm bunlar onun ellerinde gerçek ve yaşanabilir hale geliyor.