Sinem Uludağ
“Ekofeminizmin önemi krizle birlikte artıyor ve aynı zamanda bu dünyada zarara yol açmayan, başka bir düşünme ve yaşama biçimi olarak da varlığını sürdürüyor.”
Hindistan doğumlu eko-feminist, bilim insanı ve çevre aktivisti Prof. Dr. Vandana Shiva, tohum hakları üzerine çalışarak Hindistan’da ve tüm dünyada gıda ekosisteminde politika yapıcıları yönlendiriyor.
Shiva, ağaç kesimini ve büyük barajların inşasını engellemek için halk hareketleri düzenledi. 1960’larda Hindistan’ın tarımsal mirasını korumak ve çiftçileri sürdürülebilir tarım uygulamaları konusunda eğitmek amacıyla Hindistan genelinde tohum bankalarının kurulmasına liderlik yaptı.
Shiva, biyoçeşitliliği korumak için küresel şirketlerin ticaret anlaşmaları, su kaynaklarının özelleştirilmesi gibi konuları inceleyerek şirketlerin egemenliğinin yol açtığı sorunları eleştirdi ve gerçekçi çözümlerin geliştirilmesini teşvik eden çalışmalar yaptı. 1993’te “Alternatif Nobel Ödülü” olarak bilinen Right Livelihood Award’u alan Shiva, on beşten fazla kitap ve üç yüzün üzerinde bilimsel makalenin de yazarı.
İzmir’de düzenlenen İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’ne katılan Shiva ile ekofeminizm, deprem sonrası yeniden inşa ve Türkiye’nin gıda politikaları üzerine konuştuk. Ona Türkiye’nin geliştirebileceği politikaları, tohum özerkliğini savunanların izleyebileceği yöntemleri sorduk.
“Ekofeminizm” kitabınızı altı yıl önce okudum ve aslında Maria Mies ile birlikte yazdığınız kitabın üzerinden 30 yıl geçti. Gözlemlerinize göre ekofeminizm hareketi acil çözüm gerektiren ekolojik sorunlara karşı nasıl gelişti? Daha sürdürülebilir bir geleceğin şekillendirilmesinde ekofeminizmin nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz?
Ekofeminizmin, karşılaştığımız çoklu krizlerin kökenlerine karşılık olarak geliştiğini söyleyebilirim. Ve tabii ki krizler artık daha da derin bir hâle geldi. Ekofeminizmi her zaman kapitalist ataerkiye, açgözlülük ekonomisinin ataerkil güçle birleşmesine bir alternatif olarak gördük çünkü açgözlülük ekonomisinin her yapısı ataerkildir ve iş birliğinden ziyade rekabet fikriyle şekillenmiştir. Dolayısıyla ekofeminizmin önemi krizle birlikte artıyor ve aynı zamanda bu dünyada zarara yol açmayan, başka bir düşünme ve yaşama biçimi olarak da varlığını sürdürüyor.
Depremler, çevre krizleri gibi bazı ekolojik krizlerin ve afetlerin büyüklüğü arttı. Türkiye’de geçen ay korkunç bir felaket yaşadık. Sizce bu topraklarda sürdürülebilir tarımsal kalkınma nasıl teşvik edilebilir?
Öncelikle, felakette hayatını kaybedenler ve felaketten etkilenenler için çok üzgün olduğumu ve onların acılarını paylaştığımı belirtmek isterim. Okuduklarıma göre, çökenler yeni yapılarınız, hayatta kalanlar ise köyler olmuş. Bu da iki anlama geliyor; öncelikle kontrolsüz çimentolamayı dizginlememiz gerekiyor. Çünkü kendi bölgemde de gördüğüm üzere, insanları öldüren deprem değil, beton. Bu nedenle yerel yapılaşma sistemlerine çok daha fazla önem vermemiz ve planlamaya daha fazla dahil olmamız gerekiyor.
Tarımı nasıl yeniden inşa edersiniz dediğinizde ise, dünya hâlâ orada, dünya hâlâ onunla ilgilenmemizi bekliyor. Dolayısıyla ekolojik tarımın geçerliliği devamlı artacaktır, çünkü kitabı yazdığımızdan bu yana geçen otuz yılda yaşananların bir kısmı küreselleşmenin tarımı neredeyse olanaksız hâle getirerek insanları köylerden çıkarıp şehirlere itmesi ve ardından bu patlamanın yaşanmasıdır. Ama bu süreç bu şekilde devam edemez çünkü şehirler köylerden çok daha büyük bir karbon ayak izine sahip. Ancak kırsalı yeniden canlandırmak için kırsaldaki insanlara ihtiyacımız var. İnsanların elleri, akılları, kalpleri var ve yenilenme için tüm bunların işe koşulması gerekir.
Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ve bence aslında gidilmesi gereken yol bu, ancak ekonomik çöküş ve mevcut deprem sonrası afet durumu zor koşullar yarattığı için feminist hareketi ya da ekofeminizmi süreçlere dahil etmek görece daha zor. Hindistan’da bu sizce nasıl seyretti?
Kapanma zamanları oluyor. Kapanmadan kastettiğim, alternatiflerin olduğunu görmemek için zihinsel bir kapanma ve aynı zamanda çok sesliliğin ortaya çıkmasına izin vermeyen siyasi kapanmadır. Tam da bu zamanlar, dayanma gücüne ihtiyaç duyduğumuz zamanlardır. Çünkü en azından benim için ekofeminist felsefe ya da feminist hareketlerin zamanı yoktur. Bunlar, doğanın nasıl işlediğinin ve kadınların bakım yoluyla toplumu nasıl ayakta tuttuğunun birleşimidir. Savaşlar sırasında bile, yemek masaya nasıl ulaşıyordu? Kadın yine de ailesine yiyecek bir şeyler hazırlamanın yollarını buluyordu. Dolayısıyla bu bakım ekonomisi ve alçakgönüllülük doğa bağlamında, bugün daha da önemlidir. Kısa bir süreliğine kapanma olması, düşünmemizi, konuşmamızı, seferberliğimizi durdurmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Devam etmeliyiz.
“Biyoçeşitlilik erozyonunu tersine çevirebiliriz”
Geleneksel tohumların, tohum çeşitlerinin korunmasının ve agroekolojik uygulamaların teşvik edilmesinin önemi hakkında kapsamlı yazılar yazdınız. Bu yaklaşımların özellikle Hindistan ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde kadın çiftçileri nasıl güçlendirebileceğine ve tarım alanında toplumsal cinsiyet eşitliğine nasıl bir katkıda bulunabileceğine inanıyorsunuz?
Tohumları saklamaya başladığımda şiketlerin genetik mühendisliği, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, Dünya Ticaret Örgütü’nün fikri mülkiyet yasası gibi yollarla tohum numunelerine sahip olmaya çalıştığını, çiftçilerin tohumları saklamasını imkânsız hâle getirmek istediklerini duymuştum. İşte o gün tohumları saklamaya karar verdim. Bunu yaparken özgürlükten, çiftçilerin tasarruf etme ve takas etme özgürlüğünün ellerinden alınmaması gerekmesinden başka bir sebebim yoktu. Çünkü bu, tarımın temelidir.
Bunu 1987’den beri yapıyoruz, ben o zaman başladım, şimdi eski tohumların besin değerinin çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. Yani gıda istiyorsanız eski tohumları kullanmak en sağlıklısı, çünkü yeni tohumlar kimyasallar için yetiştiriliyor. Ayrıca, iklim krizi zamanlarında yaşıyoruz ve eski tohumlar iklim değişikliğine çok daha dayanıklı.