Faik Bulut Independent Türkçe için Prof. Dr. İbrahim Ortaş ile konuştu.
Sayın İbrahim Ortaş, “Türkiye’nin Gıda Güvencesi Güvende mi” isimli bir kitap yazdınız. Biz de soralım: Tarım güvencesi nedir?
Bütün canlılar için tarım; İhtiyaçlar Listesi’nde fizyolojik temeldeki en başta gelen gereksinimdir. İnsanlık için de tarım insanların ihtiyaç duyduğu temel gıdaların yeterli, sağlıklı ve her zaman ulaşılabilir olması anlamına gelen bir güvence kavramını ortaya çıkarmaktadır.
Yani tarım tarlada tohumun toprağa düşmesinden, ürünün elde edilmesine, sofraya konmasına, bizim çatalla dokunduğumuz yere kadarki bütün süreçleri kapsar. Hayatın çok geniş bir alanından yani temel bilimlerden, sosyal bilimlere kadar, hayatın her alanını içerisine alan geniş bir kavramdır.
Bugün “Tarım Güvencesi” konusunun önem kazanmasının sebepleri nelerdir?
Bu kitabın yazılma nedeni de budur. Şimdilik sekiz milyara gelmiş olan bir dünya nüfusuyla karşı karşıyayız. 1930’lu yıllarda dünyada iki milyar insan varken Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün açıklamasına göre 2022 yılında sekiz milyarı bulmuşuz. Aradan geçen 90 yılda biz altı milyar fazla insanı bu dünyaya sığdırmışız.
Tabii, bu kadar insanın bir yerleşim yerine ihtiyacı var. Tarım üzerine, toprak üzerine bir baskısı var. İlaveten, her insanın günlük birkaç kilogramlık bir tüketim gereksinimi var. Yani insanlığın sekiz milyara varmış olan bu nüfusu beraberinde ek bir gıda talebini getiriyor.
Yer yüzeyi, bize sunmuş olduğu çok önemli nimet olan toprağın gıda üretimini şu ana kadar getirdi. Fakat bir gerçekle karşılaştık. Kovid-19 sürecinde ilk defa bütün dünyanın her yerinde aynı anda farklı bir durum yaşandı.
Geçmişte kuş gribi falan olduğu zaman köylüler tavuklarını içeriye kapatırlardı ki süreci atlatalım diye. Pandemi salgınının yaygınlaşmasıyla Dünya Sağlık Örgütü de dedi ki: “İnsanları içeriye kapatalım!”
10, 15 günlük içeriye kapanma sürecinde hiç fark etmediğimiz reflekslerden ilki şu oldu: Herkes marketlere akın etti ve gıda toplamaya başladı. Birçok ülkede insanlar birbirini ezdiler. O zaman anladık ki insanlar büyük araçlar, cep telefonları, Mercedes gibi şeyleri aramıyor. Gıda arıyorlar.
Yani o 15 gün içerisinde insanlar “Ben ne yapabilirim?” diye düşünmeye başladılar. Çünkü insanlığın büyük çoğunluğu buna hazırlıklı değildi.
Bu sürecin arkasından bir de bizim önümüze çıkan Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta şunu da gördük: Gıdası olmayan toplumlar yani dışa bağımlı halde olanlar çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldılar.
Ukrayna savaşında ben Avrupa’daydım, orada şunu gördüm: Panikleyen insanlar hemen her yerde marketlere üşüştüler ve stok yapmaya başladılar.
Bu ve benzeri olgular yani nüfus artışı, gıda talebi, Kovid-19 ve olası riskler ve muhtemel savaş dönemlerinde gıda talebinin ne kadar kırılgan, ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Ben de bu konuyu ele aldım.
Şu soruyu sorarak işe koyuldum: Biz her ne kadar “Bir tarım ülkesiyiz” diyerek çok da kendimizle övünmekle birlikte şöyle bir sorunla karşı karşıyayız:
Ne kadar tarlamız var, ne kadar toprağımız var, ne kadar su varlığımız var, ne kadar hayvan varlığımız var, ne kadarı bize yetiyor, biz hangi durumda yeterliyiz, hangi durumda yetersiziz? Belli ve kesin değildir bu soruların cevabı.
Plan ve programa dönerken çok ciddi bir eksikliği uzun zamandır hissediyordum. Bu konularda yazdığım yazılar da oluyordu. Bunları bütünleştirerek esas soruyu sormalıyız: Türkiye’nin toprak varlığı ve gıda üretiminin durumu nedir?
Aslında ülkemizde çok yaygın bir konu var: Yanlış bilinen doğrular, doğru bilinen yanlışlardır mesele. Birçok şeyi ülkemiz insanı ezbere konuşmaktadır.
Türkiye’nin 76 milyon hektarlık bir alanı var ama büyük çoğunluğu tarım alanı değil. Türkiye toprağı çok olan bir ülke değil. Her tarafta depremler olduğu için bütün araziler engebelidir. yüzde 75 oranında erozyona yatkın toprakları olan bir ülkeyiz.
Mesela nehirlerin getirmiş olduğu alüvyonların olduğu Çukurova gibi, Dicle ile Fırat arasındaki Harran Ovası gibi, Samsun’daki Kızılırmak sularının getirdiği vadi gibi, Antalya ve Ege’de suların toplandığı alüvyonların oluşturduğu geniş tarım alanlarımız var. Sularımız da kısmen var.
Gelgelelim Türkiye’mizde büyük bir yanlış oldu. O da şuydu: Osmanlı, ülkemizin sanayi toplumu haline getirmesini zaten becerememişti. Biz çok geç başladık bu işe. Ama 1950’li yıllarla birlikte ülkemize Batı’dan gelen traktörle ve Marshall yardımlarıyla birlikte tarıma uygun olmayan çok geniş alanları, biz tarım alanı olarak yarattık.
Burada yaklaşık olarak 40 milyon hektarlık bir alan oluştu. Aslında bizim 15-16 milyon hektarlık bir tarım toprağımız var.
Bu süreç içerisinde Türkiye göç olgusuyla yüz yüze geldi; yani sanayileşme, makineleşmeyle birlikte doğudan sürekli İstanbul’a ve batıdaki metropollere uzanan bu göç olayıyla beraber bir taraftan kırsal kesim boşaltıldı.
Diğer taraftan da batı bölgelerindeki bu büyük kentlerin etrafındaki düz ve düze yakın tarım alanlarında biz şu ana kadar 4 milyon hektar alanımızı yani Türkiye’nin tarım varlığının onda birini tarımın dışına çıkardık.
Bu çok ciddi bir hata, çok ciddi bir risk gelecek açısından. Türkiye’nin bu anlamda tarım toprakları çok kötü bir şekilde yönetildi. Buna rağmen halen Türkiye’nin şu anda 85 milyon nüfusu, yaklaşık 10 milyona yakın yabancısı (turist, ziyaretçi, göçmen vs) da var. Toplamda 100 küsur milyona yakın insan her gün beslenebiliyor. Birkaç yıl öncesine kadar çok büyük problemler olmadan durum böyleydi.
Şimdiyse sorun başka yerde. Bir defa tarımda gıda güvenliğini etkileyen çok ciddi meseleler var. İklim değişikliğidir, farklı tarım politikalarıdır. Mesela CHP milletvekili İlhan Kesici, “Türkiye’de mevcut iktidar tarım kanununu kanun olmaktan çıkardı” demişti. Gerçekten de iktidar tarım kanununun genetiğiyle, altyapısı, üstyapısıyla oynayarak neredeyse geçersiz kıldı. Ayrıca dünyanın her yerinde savaş var, çatışmalar oluyor. Orta Doğu’yu da dâhil ederseniz bölgemizdeki problemler nelerdir?
Özellikle bizim bölgemizde durum çok riskli gözüküyor. Bölgemizde su varlığında da sorunlar var. Sınırı aşan nehirler sorunu var ki, bunu da ayrıca konuşmak lazım.
Çünkü uluslararası boyutu olmakla beraber iklim değişiklikleriyle birlikte gıda güvencesinin en önemli ayağını su oluşturuyor. Yani her olay aslında politik bir konudur. Her olayın siyasal bir boyutu var. Bu siyasal boyut uluslararası boyutlarla da birleşince komplike bir yapıya dönüşüyor, fakat bu konuyu başlı başına incelemek lazım.
Dünyada ve dolayısıyla Türkiye’de mevcut gıda güvencesi sağlanabilir mi?
Dünyada 8 milyarlık bir nüfusumuz var. Şöyle bir baktığımız zaman dünyanın 4,76 milyar hektarlık bir tarım alanı var. Bunun da önemli bir kısmı, tarıma uygun olmayan alanları açarak, ormanlardaki ağaç ve bitkileri kesmek suretiyle tarım arazisi haline getirerek elde edilmiştir.
Örneğin Brezilya’da Amazonlar, Avustralya’da, Asya’nın güneyindeki Malezya’da, Endonezya’da falan geniş alanlar açıldı, ormanlar yok edildi. İnsanlık epeyce bir tarım toprağıyla buluşturulmuş oldu. Fakat dünya nüfusundaki artış ile bizim toprak üretme kapasitemiz buna denk gelmiyor.
Dünya ekseninde bakacak olursak bugün Türkiye yaklaşık olarak 100 milyon ton kadar gıda üretiyor. Ama dünyaya baktığımızda yaklaşık olarak 2 milyar ton üzerinde bir gıda üretiliyor. Şu ana kadar birçok ülkede, Batı ülkeleri hariç Asya ve Afrika gibi dünya nüfusunun yüzde 70’inden fazlasını oluşturanlarda çok ciddi bir sorun var.
Şu anda dünya ölçeğinde 150 milyon insan doğrudan açlık sınırında. Son otuz yıldır FAO (BM Dünya Gıda ve Tarım Örgütü) bu işi çözeceğini söylüyordu, yazık ki çözemediler.
Pandemiyle birlikte bir tık daha yukarı çıktı. Dünyada 800 milyona yakın insan Afrika başta olmak üzere, Asya’da, Afrika Sahra altı ülkelerde yoksulluk sınırında ve gıdaya erişimde sorunlar yaşıyor. Açlık sınırına yakın yerde duruyor bu insanlar.
Pandemiyle birlikte yoksulluk ve açlık çeken insan sayısı 1 milyara vurdu. Yani sekiz milyarın bir milyarı şu anda çok kritik düzeyde, kötü durumda.
Bu ülkelerin tümü hem az gelişmişler, hem savaşlarla karşı karşıyalar. Hem eğitim düzeyleri düşük, sosyal farkındalık düzeyleri düşük ve birçok yerde yetersiz olan toplumlar.
Bir de tabii dünyada mevcut gıdaların dağıtımında çok ciddi bir sorun bulunmakta. Dünyanın böyle bir problemi var. Ne yazık ki bu sorunun çözümü iyi yönetilemedi.
lkemize gelecek olursak, son yıllara kadar şu veya bu şekilde, biraz da toplumsal dayanışmayla, daha önceki ekonomik krizlerde, 2001’li yıllara kadar toplum, kendi içerisinde dayanışmayla durumu idare edebiliyordu.
Eskiden kırsalda çok insanımız vardı. Yanlış politikalarla, Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye önümüzü, arkamızı, her tarafımızı boşalttık. Büyük kentlerin etrafına yığıldık, yığıldık, yığıldık. Şimdi oralarda yönetilemeyen çok ciddi sorunlar var.
Son yıllarda nüfusun büyük bir bölümünün eğitim düzeyi ve kalitesi epeyce düştü. Pandemiyle birlikte gerek artan enerji maliyetlerinin, gerekse döviz kurlarının yüksekliği sonucu toplumda çok ciddi bir şekilde gıdaya erişim sorunu da yaşanmaya başladı.
Tabii, bu sorunların yanı sıra bir şey daha var: Tarım politikalarımızı da yönetemedik. Türkiye aslında bütün dünyayla paralel olarak tarıma destek vermek suretiyle çiftçiyi korumak isteyen bir yasa çıkarmıştı ve milli gelirin yüzde 1 kadarını çiftçilere vereceğini söylemişti ama maalesef bugüne kadar gerçekleştirmedi. Milli gelirin yüzde 0,5’ini bile çiftçiye veremedi.