Küresel ısınma, sera etkisi, iklim değişimi, karbon ayak izi, sağlıklı çevre ve nihayet yeşil ekonomi kavramları son yıllarda giderek daha popüler olmaya, kamu-özel her platformda konuşulmaya başlandı. Adana’da kasım ayı ortasında hala bahar havası yaşıyoruz. Klimalar birçok işyerinde hala soğuk ayarda çalıştırılıyor. Artık konuşmanın ötesinde hayatımızın her alanında onunla ilgili düzenlemeler ve yaptırımlarla karşılabileceğiz.
Sanayi devrimi, üretim-tüketim-büyüme sarmalı
Aslında her şey 18. ve 19. yy’da sanayi devrimi ile başladı. Neoliberalizmin beslendiği daha fazla büyüme, dolayısıyla daha fazla üretim ve bunun için de daha fazla tüketim çılgınlığı günümüze kadar olanca hızıyla devam etti. Moda, reklamlar ve algılar hep tercihlerimizi etkilemek ve tüketimi sürekli artırmak üzerineydi… Sınırlı olan ihtiyaçlar bile bu anlayışta sınırsız olarak anlatılagelmişti…
Tüketimin durması yeni dünya düzeninin çökmesi demekti. İnsanoğlu tükettikçe daha fazla özgürleştiğini zannederken aslında borç batağına batıyor, köleleşiyor ve tükeniyordu. Artan tüketimle, israf da tarihte hiç olmadığı kadar artıyordu. Bugün 8,5 milyar insan, Batılı standartta tüketebilseydi, en az 3-4 dünyaya daha sahip olmamız gerekecekti.
Veya bir Afrikalı kadar tüketseydik dünyamız üç kat nüfusa rahatlıkla yetebilecekti. Öncelikle küresel ısınmanın baş sorumlusunun gelişmiş ülkeler olduğu tespitini yapmak durumundayız. Dünyanın en büyük birkaç şirketi karbon salınımında en önemli paya sahip. Kolay kazanılan refahı gelecekte de sürdürmek isteyen Batı, çevre konusunda yeni politikalar geliştirmeye çalışıyor. Ancak bunu, küresel ısınmaya daha az neden olan dünyanın geri kalanına ödetme peşinde…
Gelişmiş ülkeler ise teknolojik ve ekonomik açıdan küresel ısınmaya karşı konulan tedbirlere daha kolay uyum sağlıyor. Ayrıca büyük şirketler, üretimlerinin önemli bir kısmını gelişmekte olan ülkelere kaydırmış durumdalar. Böylelikle çocuk işçi çalıştırmaktan kömür kullanımına kadar, kendi ülkelerinde sorunlu olan tüm faaliyetleri sürdürebiliyorlar.