Murat Büyükyılmaz’la ‘Gıda Krizinden Gıda Egemenliğine’ kitabını konuştuk. Büyükyılmaz, “Doğayla uyumlu, tarımsal üretimdeki sözü üzerinde emeği olanlara devreden dönüşüme ihtiyacımız var” dedi.
Trabzon – Tarım, gıda ve ekoloji alanlarında çalışmalar yapan akademisyen ve gazeteci Murat Büyükyılmaz’ın gıda alanında derinleşen sorunları ortaya koyduğu ve çözüm önerileri sunduğu ‘Gıda Krizinden Gıda Egemenliğine: Bir Yol’ kitabı, Biz Kitap Yayınevi tarafından yayımlandı. Büyükyılmaz, 4 yıla varan çalışmaların sonucu olarak ‘Gıda Egemenliği Hareketi’nin Türkiye’deki mücadelesine katkı sunabilmek amacıyla hazırladığı kitapta, herkesin tarım ve gıda alanına ilgi ve katılım göstermesinin gerekliliğini ortaya koymaya çalışıyor.
Türkiye’de gıdanın metalaştırılması ile tarım ve gıda alanının sektörleşmesinin ardından gıda hakkının ve gıda güvenliğinin ortadan kalktığı bir endüstriyel tarım ve gıda krizi ortaya çıktığını belirten Büyükyılmaz, gıda egemenliği mücadelesinin, sadece gıda krizinin değil, tüm kent ve kır yaşamının krizine de çözüm yolu sunan bir arayış olarak toplumsal yaşamın gündemine geldiğini ifade etti.
Büyükyılmaz’la kitabını konuştuk.
Dünyanın yaşadığı ve Türkiye’nin ekonomik sorunlarla daha da derin hissettiği gıda krizi için ‘Gıda Krizinden Gıda Egemenliğine’ kitabı bize neler anlatıyor?
Sizin de belirttiğiniz üzere her geçen gün daha da derinleşen bir gıda krizi ile karşı karşıyayız. Kitabımız, gıda krizinin hepimiz tarafından gözlemlenebilen görüngülerinin ötesine, onun kaynaklarına uzanıyor; krizi ortaya çıkaran temel eğilim ve nedenleri irdeleyerek bütünsel ve ilişkisel bir yöntemle durumu ortaya sermeyi amaçlıyor. Daha açık ifade etmem gerekirse, gıda krizine dair kalıplaşmış ve ezberci söylemleri doğru bulmuyoruz. Kapitalist tarım ve gıda sisteminin ortaya çıkışından gündelik yaşamımızda karşılaştığımız tekil sorunlara kadar bir bütünlük içerisinde meseleyi ortaya koymayı, yapısal çözümleri gıda üzerinde emeği ve hakkı olanlarla birlikte önce tartışmayı, sonra da yaşama geçirmeyi amaçlıyoruz.
Biz diyorum, çünkü her ne kadar kitabın üzerinde benim ismim yer alsa da bu kitabı oluşturan bilgiler, deneyimler, sorun tespitleri, çözüm önerileri ve irade; bilim insanlarının, milletvekili ve belediye başkanlarından oluşan siyasetçilerin, bürokratların, tarım ve gıda alanının öne çıkan isimlerinin ama en çok da tarım ve gıda alanını var edenlerin, yani çiftçilerin, tarım işçilerinin, gıda işçilerinin katkılarıyla oluştu.
Özetle, gıda krizini, kapitalist endüstriyel tarım ve gıda sisteminin krizi olarak ortaya koyan kitap, bu krizden doğanın, insanın ve tüm canlı yaşamının menfaatine bir çıkış yolunun olduğunu anlatıyor. Ve gıda üzerinde emeği ve hakkı olanları, çıkış yolunu belirginleşmeye, gıda egemenliği mücadelesini büyütmeye davet ediyor.
‘TARIM VE GIDA GELENEĞİ BİLİMSEL YÖNTEMLERLE GÜÇLENDİRİLMELİ’
Sağlıklı gıda, tüketim, gıda şirketleri, bu şirketlerin mali büyüklükleri, çalıştırdıkları işçiler çok büyük bir ekosistemler bütünü oluşturuyor. Herkese yeterli, sağlıklı ve ucuz gıda döneminin yeniden getirilebilmesi için hangi çözümleri önemsiyorsunuz?
Gıda krizinin ardında işleyen çok büyük ve ayrıntılı bir bütünlük var. Ben ekosistem yerine makine demeyi tercih ederim. Doğayı ve emeği öğüterek kâra dönüştürmeyi amaçlayan, ardında tahrip ettiği doğayı, sağlığından ettiği insanlığı, yaşam şansı tanımadığı canlılığı ve yok etiği beslenme kültürünü bırakan kocaman bir makine, yaşamı öğüten bir ölüm makinesi.
Neredeyse 4 yıla varan bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkan kitap, az evvel anlattığım makineden kurtulmayı, doğanın ve insanlığın da içerisinde sadece bir tür olarak yer aldığı tüm canlı yaşamını mümkün kılacak bir ekosisteme dönmeyi önemsiyor, öneriyor; bu ekosistemde yaşamı yeniden mümkün kılmaya davet ediyor.
Elbette farklı düzeylerde pek çok çözüm önerisi kitabımızda yer alıyor fakat sanırım ilk söylenecekler arasından iki tanesini seçmem doğru olacaktır. Birincisi; gıdayı sermaye birikiminin gereksindiği kârın elde edileceği bir meta olarak manipüle etmelerini engellemeliyiz. Dünya ölçeğinden yerel düzeye kadar irili ufaklı tüm sermayeden, şirketlerden gıdamızı geri almalıyız. Bunun yolu, gıda alanındaki tüm süreçlerde sözün, yetkinin ve kararın gıda üzerinde emeği ve hakkı olanların sahip olması şeklinde ifade edebileceğimiz Gıda egemenliğini tesis etmekten geçiyor.
İkincisi ise, kapitalist endüstriyel tarım ve gıda sisteminin, diğer alanlardaki kapitalist endüstrilerle birlikte tahrip ettiği doğanın onarılmasını mümkün kılan bir üretim tarzına, yani agroekolojiye geçişi mümkün kılmalıyız. Kadim tarım ve gıda geleneğini bilimsel yöntemlerle güçlendirerek hem doğanın kendisini onarmasına müsaade etmeli ve bunu desteklemeliyiz, hem de türümüzün beslenme kültürünü ve sağlığını onaracak bir yaşamı inşa etmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki kim olduğumuzu ve nasıl yaşayacağımızı, nasıl beslendiğimiz belirliyor.
Kentleşmenin kontrolden çıktığı bir zamanda nüfusun belli yerlerde birikmesi sonucu çok geniş toprakların tarım arazisi vasfını kaybetmesine neden olduğunu görüyoruz. Çiftçi sayısındaki düşüş ve nüfus artışı, tarlada üretilen meyve-sebzenin tüm ülkeye dağıtılması için gereken lojistik desteği gibi sorunlar sağlıklı gıdayı ulaşılabilir olmaktan çıkarıyor. Bu sorunlar yumağı nasıl çözülmeli?
Çok büyük ve temel bir soru bu; benim kitapta referans verdiğim ve isimlerini andığım pek çok değerli insandan edindiklerimle fikirlerimi paylaşmamın ötesinde, bu coğrafyada kim için, ne için ve nasıl yaşayacağımıza dair kapsamlı bir tartışmayı gerektiriyor.
Türkiye’de kapitalizmin gelişimi ve sadece tarım ve gıda alanında değil yaşamın her alanında içerisine sürüklendiğimiz toplumsal yeniden üretim krizi ile birlikte tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Belki yine bir anahtar kavram ile düşünmeye başlayabiliriz; metalaşma. Eğer kapitalizmi toplumun ihtiyaçlarını, kâr elde ederek sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayacak şekilde üretilen metalarla gideren bir sistem olarak tarif edersek, hem kentleşme ve göç sorununa hem de tarım ve gıda sisteminin krizine uzanan bütünlüklü bir değerlendirme yapabiliriz. Modern Türkiye’nin tarihini, kapitalizmin gelişimi olarak okuduğumuzda, kentleşme ve göç ile tarım ve gıda sistemi arasındaki ilişkiyi, yaşadığımız toplumsal yeniden üretim krizini de çözümleyecek bir düzlemde tartışabiliriz.
Kentler, kâr elde ederek sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayacak şekilde metalar üretilebilsin diye inşa edildi. İnsanlar, toplumsal yaşamda hakim hale gelen metalaşma yolunda hayatta kalabilsinler diye kentlere göç ettiler ve emek gücü olarak bu kâr makinesine rızalarıyla dahil oldular. Artık biz yaşamak için rıza göstersek de o makine bize yaşamımız için gerekenleri sunamıyor, ulaştığı birikim seviyesi sebebiyle girdiği yapısal krizde yaşamı öğüten bir ölüm makinesinden başka bir şey değil. İş cinayetlerinden gezegenin ölümüne kadar her düzeyde bundan ibaret.