Doğduğum, çocukluğumun geçtiği, anı adına ne varsa onları ilk biriktirdiğim yere, geriye dönüp asıl cennetim orasıymış dediğim köyüme yıllar sonra saçı başı ağarmış, neredeyse ihtiyar bir herif olarak gittiğimde beni en çok şaşırtan şey, her şeyin küçülüp avuç içi kadar kalmış, en uzak gelen mesafelerin bile kısalıp iki adımlık hale gelmiş olmasıydı.
“Burası bu kadar küçük bir yer değildi, galiba bana bir haller oldu” diyecektim ki, aynı duyguyu yaşayan başka arkadaşlarımın anlattıkları geldi aklıma. Demek ki mesafelerin uzaklığını, mekanın biçimini bulunduğun yaşın gözü belirliyormuş. Bir çocuk gözüyle gördüğün şeyi, o gözün gördüğü biçimde hafızana kaydedersen, hafıza o görüntüyü dondurur. Yıllar sonra karşılaştığın gerçek mekanla hafızandaki mekan aynı mekan olduğu halde, hafızanın dondurduğu değil, senin karşına çıkan yeni hali şaşırtır seni.
Bu da hafızanın sana oynadığı o şaşırtıcı oyunlarından birisi olsa gerek.
*
Çocukluğumda, karşılaştığımızda mutlaka bir öğüt veren, aile içinde otoriter, akrabalarına düşman, habis, kıskanç, tarlaya verilecek su sırası yüzünden oğlunu öldürtmeye hazır, övündükçe övünen, şiştikçe şişen, her kusuru başkasında bulan, kıyasa bayılan, çulsuz olduğu halde herkesten zenginmiş görünen, cimri, üşengeç, her işi ertesi güne erteleyen, birkaç kişinin bulunduğu bir yerde mutlaka bir anıyı, duyduğu bir şeyi belki de yüzüncü kez tekrarlayan, yeni bir anıya, yeni bir bilgiye kapalı, bütün ömrünü kimden duyduysa artık, bildiği o şeyle geçirmiş, bunu da muazzam bir hayat tecrübesiymiş gibi başkasına aktaran köylüler vardı yaşadığım yerde. Belki de hayatları boyunca gittikleri en uzak mesafe komşu köydü, bazıları da gittiği yayladan başka köyün dışına çıkmamıştı.
O mekan onlara yetmiş, hayatından memnun bir ömür tüketmişlerdi o daracık yerde; bu yüzden bütün dünyayı o daracık mekan, kendilerini de o mekanın kralı sanıyorlardı.
Köylülerin mesleği yok, mekanları vardır çünkü.
*
Köyden ayrılıp mektep okumak üzere şehre gittikten sonra it gibi köyümü özledim durdum. Her gece rüyasını gördüm uzak kaldığım yerin. Yatılı mektebi çevreleyen duvara çıkıp korkuluklara dirseklerimi dayayıp uzaklara baktığımda, şehre gelen yolun kıvrıldığı viraj çıkıyordu karşıma. O virajı dönersem, o yol beni köye götürecekti. Bulabildiğim her fırsatta o duvara çıkar, o viraja bakar ağlardım.
Cennetim orasıydı ve alabildiğine özgür olduğum o cennetten alıp her şeyin katı kurallarla cendere altına alındığı bu cehennem benzeri yere getirmişlerdi beni; zorla almışlardı cennetimi benden.
O yıllardan itibaren, belki de liseyi o şehirde bitirip üniversite okumak üzere İstanbul’a gelinceye kadar köye olan hasretim hiç dinmedi. Beni bir kitap müptelası yapan köy romanları oldu, sinemayı tutkuyla sevmeme sebep şehir sinemasında seyrettiğim köy filmleri…