Çocuklar, her şeyi içine alan bir yaşamı hak ediyorlar. Sadece kuru ekmeği, arkadaşından ödünç alınan elma dilimini ya da “askıda tost” gibi palyatif ve etkisiz çözüm önerilerini değil… Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla, insan onuruna yaraşır yaşam koşullarını hak ediyor çocuklar…
“Yaşam hikayemiz,
dünyayı bulduğumuzdan daha iyi
ve güzel bir yer olarak devretme çabasıdır.”
Prof. Türker Kılıç
Temari topu, Çin’de ortaya çıkan, M.S. 7’inci yüzyıl civarında da Japonya’ya ulaşan bir halk sanatı… Günümüzde geleneksel Japon sanatının ayrılmaz bir parçası haline geldi. “El topu” anlamına gelen temari topları, detaylı ve karmaşık nakış süslemeleriyle bezeli.
Kâh dekoratif amaçlı kullanılıyor, kâh dostluk ve sadakati simgeleyen çok değerli bir hediye olarak veriliyor, kâh annelerin çocuklarıyla ilgili iyi dileklerini küçük bir kâğıda yazıp topun içine sıkıştırmaları için bir “dilek topuna” dönüşüyorlar.
Temari topunun hediye edildiği kişiye, parlak ve mutlu yaşam dilekleri sunulmuş oluyor.
Hayalimdeki temari toplarına bir süredir küçük kağıtlar sıkıştırıyorum. Üzerlerine de “ülkemdeki tüm çocuklara bir öğün ücretsiz yemek verilsin”, “ücretsiz okul yemeğinden tasarruf gerekçesiyle vazgeçilmesin” dileklerini nakşediyorum ve ekliyorum: “Komşusu açken tok yatan kişinin vicdanı titresin.”
Leo Tolstoy’un Anna Karenina’sından en çok paylaşılan cümledir: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Bütün mutlu çocuklar da birbirine benzer aslında… Her mutsuz çocuğun ise, kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.
Ve bazı mutsuzluklar, Dünya Gıda Günü’nde açıklanan kahredici istatistiklere sığmaz, taşar.
Nasıl taşmasın ki?
Gelişme çağındaki bir çocuğun sağlıklı beslenebilmesinin günlük maliyetinin en az 110, aylık maliyetinin ise en az 3 bin 300 lira olduğu bir ekonomik konjonktürde, 17 bin liralık asgari ücretle geçinen bir ailedeki çocukların protein, vitamin ve kalsiyum ihtiyaçlarını karşılamasının imkansızlığı karşısında, çocukların hem kendilerine özgü, hem de birbirleriyle giderek örtüşen mutsuzlukları nasıl olmasın ki?
Türk-İş’in açıkladığı son verilere göre açlık sınırı geçen ay 19 bin 830 liraya yükselmişken, asgari ücretle açlık sınırı arasındaki farkın 2 bin 800 lira olduğu, kantinlerde kuru bir tost ve ayran için bile günlük asgari harçlığın 100 lirayı gerektirdiği bir toplumda temari toplarına yazılan dilekler giderek ortaklaşıyor.
Bir yandan da Türkiye gelir dağılımı eşitsizliğinde Avrupa’nın liderliğini kapmış durumda.
Eurostat’ın son verilerine göre Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesimi, milli gelirin yüzde 14,6’sına sahipmiş. Bu oran, yüzde 7,4’le ikinci sırada yer alan Bulgaristan’ın neredeyse iki katına karşılık geliyor. Çocukların beslenmesinden okullulaşmaya, nitelikli kamusal eğitime dek birçok göstergede iyi uygulama örneklerini ortaya koyan Estonya ise yüzde 3’lük payla sondan ikinci. Tüm bu sınıfsallığın çocukların eğitimi ve beslenmesi üzerindeki izdüşümleri, insanın vicdanını ağrıtıyor.
Bazı çocuklar okula özel şoförle giderken, bazı çocuklar taşımalı eğitimdeki tasarruf tedbirleri yüzünden okula gidemeyip erken yaşta evlendiriliyorlar, ya da okula gitmek için otostop çekmek ve kendilerini araçlarına zorla bindirmeye çalışan kişilere karşı koruma taktikleri geliştirmek zorunda kalıyorlar.
Çocukların iliklerine kadar işleyen o sınıfsal hayat şartları, dünyayı bir kez daha tam orta yerinden ikiye ayırıyor.
Göz açıp kapayıncaya kadar Meclis’te bütçe görüşmeleri başlayacak ve bu görüşmelerde temel gündemin ücretsiz okul yemeği için yeterli bütçe ayrılması olması gerekiyor. Zira demokratik bir ülkede kamu gider ve gelirlerinin belirlenmesinde halkın söz sahibi olması ve halkın öncelikli taleplerinin göz önünde bulundurulması gerekir.
Türkiye’deki ulusal gelişmeleri, Avrupa gündemleriyle kıyaslamalı olarak takip etmeyi severim; kendimizi Kaf dağında görmemeyi sağladığı gibi, iyi uygulama örneklerine baktıkça başka bir dünyanın da mümkün olduğunu gösterir.