Türkiye’de gıda sanayinin genel ürün portföyü incelendiğinde hemen tüm katagorilerde satışı sürükleyici ürünlerin çok sınırlı olduğu görülmektedir. Bu nedenle gıda sanayini gerçek anlamda büyümesi de istenen düzeyde olmamaktadır. Günümüz gıda pazarında, sadece lezzetli, raf ömrü uzun ya da ekonomik ürünler sunmak artık yeterli değil. Tüketicilerin beklentileri önemli ölçüde değişti. Artık bireyler, tükettikleri gıdaların sağlık üzerindeki etkilerini sorguluyor; bedenlerine iyi gelen, hastalıklardan koruyan ve yaşam kalitesini artıran ürünleri tercih ediyor. Bu değişim, gıda sanayi için doğru stratejilerle ele alındığında büyük bir fırsat anlamına geliyor. Gıda sanayi bu alanı takviye edici gıdalara bırakmış gözüküyor. Bu pazarda da karmaşa sürüyor. Tüketici neyi alacağını ve nasıl kullanacağını bilemiyor. Ayrıca pazarda kalite ve ürüne güven sorunu da bulunmaktadır.
Gıda tüketiminin halk sağlığı üzerindeki etkisi, son yıllarda bilimsel verilerle daha net biçimde ortaya konmuştur. Beslenme alışkanlıklarının obezite, kanser, diyabet, hipertansiyon, kardiyovasküler ve nörodejeneratif hastalıklar gibi kronik hastalıkların oluşumunda %40 ila %60 oranında etkili olduğu bilinmektedir. Türkiye’de yılda yaklaşık 250 bin yeni kanser vakası görülmesi, toplumun %15’inin diyabet hastası olması ve obezite ile mental hastalıklar açısından Avrupa’da ilk sıralarda yer alması, gıda-sağlık ilişkisinin önemini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Bu veriler, gıda tercihlerini yalnızca bireysel bir seçim değil, toplum sağlığını doğrudan etkileyen bir kamusal sorumluluk haline getirmektedir. Bu bağlamda, sağlık üzerinde olumlu etkileri bilimsel çalışmalarla desteklenen “fonksiyonel gıdaların” yaygınlaşması, toplum sağlığının geliştirilmesi açısından önemli bir fırsat sunmakla kalmayıp, sağlık politikalarının ayrılmaz bir parçası haline gelmelidir. Türkiye’de de bu alana olan ilgi giderek artıyor. Tüketicilerin önemli bir kısmı, sağlıklı olduğunu düşündüğü ürünler için daha yüksek bedeller ödemeye hazır olduğunu ifade ediyor. Ancak bu beklentiye gıda sanayi tam bir karşılık verebilmek için gayret göstermelidir.
İçerik geliştirme süreçlerinde ise bilimsel verilerle etkisi kanıtlanmış bileşenlerin tercih edilmesi önemlidir. Prebiyotik ve probiyotikler, polifenoller, flavonoidler, vitamin ve mineral kompleksleri, Omega-3 gibi daha birçok biyoaktif molekül birçok sağlık etkisi ile ilişkilendiriliyor. Bu biyoaktif bileşenlerin/moleküllerin ekstraksiyonu, karakterizasyonu ve stabilitesi bilimsel yöntemlerle belirlenmeli. Ayrıca etki mekanizması in vitro ve in vivo gerektiğinde de “non-drug clinic” testlerle de desteklenmelidir. Böylece bilimsel kanıta dayalı sağlık odaklı gıda formülasyonları geliştirilebilir. Ancak bu bileşenlerin etkili olabilmesi için ürün içinde doğru dozda, stabil ve biyoyararlanımı yüksek formda yer alması gerekir. Gerekirse mikroenkapsülasyon ve eksozom uygulamaları gibi ileri taşıyıcı teknolojilerden de yararlanılmalıdır. Gıda sanayinde bu alanda etkin kollektif ar-ge çalışmaları yapılmalıdır.
Bu dönüşümün sürdürülebilir ve etkili olabilmesi için gıda sanayi ile sağlık sektörü arasında güçlü bir iş birliği kurulmalıdır. Üniversiteler, araştırma merkezleri, biyoteknoloji firmaları ile ortak çalışmalar yapılmalı; fonksiyonel ürünler için klinik destekli projeler hayata geçirilmelidir. Ayrıca gıda sektörü ile sağlık çalışanlarını bir araya getirecek diyalog platformlarının kurulması, karşılıklı önyargıların aşılmasına ve ortak değer yaratımına katkı sağlayacaktır.
Kısacası, sağlık odaklı ürün geliştirme, sadece bir ürün trendi değil; gıda sanayinin kendisini yeniden konumlandırma sürecidir. Bu dönüşüm, doğru yapıldığında hem toplum sağlığına ve ekonomisine, hem de gıda sanayinin gelişmesine uzun vadeli önemli katkı sağlayacaktır.
Öte yandan yürürlükte olan sağlık beyanı düzenlemeleri, fonksiyonel gıdaların pazara sunulmasında ve tüketiciye etkin biçimde ulaştırılmasında önemli zorluklar yaratmaktadır. Türkiye’de geçerli olan mevzuat, sağlık beyanı yapılabilmesi için yüksek düzeyde bilimsel kanıt, klinik araştırmalar ve sıkı onay süreçleri talep etmektedir. Tüketicinin yanıltılmasının önüne geçilmesi hedeflense de bu katı uygulamalar halk sağlığına katkı sunabilecek birçok ürünün piyasaya girmesini ve gıda sanayinin gelişmesini engellemektedir. Küresel düzeyde “koruyucu tıp” (preventive medicine) ve “koruyucu beslenme” (preventive nutrition) anlayışları ön plana çıkarken, toplumun sağlıklı gıda tercihleri konusunda bilinçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Mevcut sistem, genellikle farmasötik ürünlerde aranan düzeyde kanıt (çift kör, randomize, geniş ölçekli klinik çalışmalar) talep etmektedir. Ancak bu beklentiler, gıda sektörünün yapısal ve finansal gerçekleriyle örtüşmemektedir. Oysa ki, sağlık beyanları için “kanıta dayalı derecelendirme sistemi” geliştirerek farklı düzeylerde beyanlara izin verilmesi mümkündür. Örneğin, etiket üzerinde “Bilimsel çalışmalar bu ürünün mental sağlığı destekleyebileceğini göstermektedir” şeklindeki ifadeler hem bilgilendirici hem de yönlendirici olabilir.
Bu doğrultuda, ilgili kamu kuruluşlarının, bilim çevrelerinin ve sektör temsilcilerinin iş birliği içinde çalışarak, ülkemize özgü yeni bir sağlık beyanı sistemi geliştirmesi artık ertelenemez bir ihtiyaçtır. Bilimsel doğruluktan ödün vermeden, esnek ve derecelendirilmiş bir sağlık beyan sisteminin oluşturulması, Türkiye’nin fonksiyonel gıda pazarında rekabet gücünü artıracak; aynı zamanda sağlık sistemi üzerindeki yükü azaltarak hem birey ve hem de kamu düzeyinde sürdürülebilir bir sağlık yaklaşımına katkı sunacaktır.
Prof. Dr. Mehmet Pala İstanbul, 5 Haziran 2025