Şef olmayı kim istemez?
Bir zamanlar “Milli Şef” unvanı vardı bu topraklarda; şimdi hâlâ “şefim” diye sesleniyoruz birbirimize mutfakta, sokakta, ofiste… Şef kelimesi kulağımıza yalnızca bir meslek değil, aynı zamanda bir karakter, bir liderlik biçimi gibi gelir. Belki de bu yüzden kalbimde her zaman özel bir yer verdim mutfağa ve o mutfağın asıl kaptanlarına: şeflere.
Ama şeflik dediğimiz şey sadece tabaklara lezzet koymak değildir. Şef olmak, hayatın merkezinde durmak, yangının içinde bile zarafetle yönetmek, eksiklerle harikalar yaratmak, zamanla yarışırken sabrı öğrenmek, kırmadan dönüştürmeyi bilmektir. Ve hepsinden önemlisi, şef olmak, yalnızca mideyi değil, ruhu da doyurabilmektir.
Benim hayatımda da mutfağını bir terapi odasına çeviren, her tabağı bir hikâye gibi işleyen, sadece yemek değil insan da pişiren muhteşem şefler oldu. Onlarla yollarımın kesişmesi tesadüf değil, hayata duyulan ortak bir sevgi ve özenin sonucuydu.
Çünkü inanıyorum: mutfakta yalnızca yemek değil, insan pişer.
Ocakta Yanan Sadece Ateş Değil
Mutfağın tam ortasında dönen o ritmik kaos, dışarıdan bakan biri için sadece yemek hazırlığı gibi görünebilir. Ama içine girdiğinizde fark edersiniz: Orada liderlik var, sabır var, kriz yönetimi var, empati var, estetik var.
Şeflik artık televizyondaki yarışmaların şatafatlı yüzüyle anılsa da, benim tanıdığım gerçek şefler, mutfağın sessiz filozofları gibi. Tencerenin başında saatlerce bekleyen, her yemeği bir hikâyeye çeviren, sofraya sadece tabak değil duygu da koyan insanlar…
Bugün geriye dönüp baktığımda, bana en çok kim iyi geldi diye sorarsanız; psikologlar, yazarlar, gurular değil, bana bir tabakla sevgisini anlatabilen o şefler derim. Çünkü iyi yemek, sadece karnı doyurmaz; hatıra olur, ilham olur, hatta bazen bir yol haritası.