“Türk gençleri yirmi dakikalık mesafedeki velinimet köyleri ve köylüleri ziyaret etmek için arabaya ve tahsisata ihtiyaç gösterecek kadar ‘effeminé’, idealsiz ve mealsiz iseler, Türk Yurdu’nun vazifesi bitmiş midir?”
Benim belleğime “mektup” sözcüğü Zeki Müren üstadın, “İbibikler” şarkısının sözleriyle yerleşmiştir: “Mektubunda diyorsun ki: ‘Gel gayrı!’/ Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.” Bekir Sıtkı Erdoğan‘ın “Kışlada Bahar” şiirinden bestelenen bu şarkıyı Nesrin Sipahi, Ziya Taşkent ve Mustafa Sağyaşar ustaların sesinden de dinledim lakin benim kulaklarımdaki ses Zeki Müren sesidir.
Sözlerinde “mektup” geçen o şarkıyı dinlediğim günlerde okuryazar olduğum halde mektup yazdığımı sanmıyorum. Mektup yazmaya, 70’lerin başlarında tezkeresine kısa süre kalmışken bir kaza kurşunuyla ölen asker akrabama yazmakla başlamış olmalıyım. Mektuplaşmaya ise büyük şehirde lise ve ardından üniversite okuyan hukukçu aile yakınımla başladım. (Sonrasında beni okuma ve yazıyla da aynı aile dostum buluşturdu.) Ve ardından bugünlere geliş… Yazdığınız kişiye göre değişik biçimleri olsa da bir mektubu yazıp bitirmenin öyle bir çırpıda oluveren kolaylıkla olmadığını yazanları bilir. Hatırlayınız, mektup yazmayı -özellikle de aşk mektubu yazmayı- öğreten kitaplar satılırdı vaktiyle; Sabahat Emir‘in, Örnekleriyle Mektup Yazma Sanatı (1974) anımsadıklarımdan biridir. Hele bir de okuma yazması olmayanların mektuplarını yazmak vardı ki sormayın gitsin. Dikte bitince yazdığınızı söyleyene okumak zorunda kalmışsanız durumunuz ağır demekti. Hikâye uzun ancak toplumsal ve teknolojik gelişmeler, mektubun yalnızca yazısını yok etmedi, bir zarfın içine doldurduğumuz muhabbeti de çekip aldı bugünkü yaşamlarımızdan. Bugünlerde artık ben de mektup yaz(a)mıyorum, tam tersine başkalarının yazdığı mektupları okuyorum.
Mektubun mahremiyeti varken başkasına yazılan bir mektubu okumak… Aklımıza ilk gelen çok kere “özel mektup” olduğundan başkasının mektubunu okumanın uygunsuzluğu belleklerimize yerleşmiş oysa durum hiç de öyle değildir. Bir bakınız ne çok kişi/ler mektup yazıyorlar/dı vaktiyle: aile yakınları, sevgililer, eşler, sanatçılar, politikacılar, düşünürler, krallar… Şimdilerde, mahremiyet sınırlarının dışına çık(arıl)mış akıl almaz çokluktaki mektup yazısı, kamusal alandadır ve zamanında bakması yasak okur gözünü, edebi itibarı için kendine beklemektedir. Bir biçimde iletişim sağlayan mektupların ötesindeki eleştiri, deneme, roman ya da öykü gibi mektup türündeki yazıları da göz ardı etmeyelim.
Başka gözlerden saklanan özel mektupların bir zaman sonra müzedeki eşya benzeri kamuya açılması, yazarlarının niyeti ve rızası ile düşünülmesi gerekir gibi geliyor bana. Böyle olsun isterler miydi acaba? Neticede yazarının/sahibinin olmaktan çıkmış mektupları okurken Milan Kundrea‘nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı romanında “yazarlık” sorununa verdiği mektup örneği dikkatimi çekti: “Sevgilisine günde dört mektup yazan kadın bir yazma hastası değildir. O sadece âşıktır. Ama, sevgililerine yazdığı mektupların fotokopilerini bir gün yayınlayabilmek amacıyla çektiren dostum, bir yazma hastasıdır.” Kundera‘nın bu uyarısıyla Milena’ya Mektuplar ile Piraye’ye Mektuplar aklıma düştü hemencecik.
Başkalarının mektuplarıyla ilkin Türkçe ya da Edebiyat ders kitaplarında karşılaşmış olmamız gerekir. Lisedeki bir arkadaşımın, bana gönderdiği zarfa koyduğu teyzesine yazılmış mektup, gözümün değdiği ilk “özel mektup” olmalı. Aşkale’de asteğmenlik görevimdeyken talimat gereği okuduklarımı da bu “özel alana müdahale” kapsamına ekleyeyim. Şinasi‘nin annesine ya da Lüsiyen Hanım’ın şair eşi Abdülhak Hamit‘e yazdığı mektubu yıllar sonra okurken “tarifsiz kederle içinde” hissediyorum kendimi. Ne çok kişinin mektuplarını okudum sayamam elbette, basılışından bir zaman sonra okuduğum Tanpınar’ın Mektupları (1974; haz. Zeynep Kermen), ilk mektup kitabıdır. Bu yazımın konusu mektubun türündekiler, yani zamanında bir kişiye yazılmış mektuplar, kültür tarihinin önemlileridir. Son yıllarda yayınevlerinin özeniyle yayımlanan çok sayıdaki “mektup” kitapları; doğrudan yazarını, yazarın zamanının kültür/sanat ortamını ve edebiyat tarihini ilgilendiren mektupların değerinin anlaşıldığına bir işarettir. Bu zenginlik, edebiyat çevresiyle sınırlı değil elbette.
İlgilileri biliyor ya ilgilenecekler için burada söyleyeyim: Bizdeki “mektup” yazıları için “Türk Dili” (Temmuz 1974) ve “Hece” (Haziran-Temmuz-Ağustos, 2006) dergilerinin mektup özel sayıları iki önemli başvuru kaynağıdır. Bu iki başvuru kaynağına önemli başka “seçki” kitaplarının eklenmesi gerekirse de TDK’nin Güzel Yazılar 6: Mektuplar (2017; 1.baskı 1997) kitabını anmakla yetineyim. Abdullah Cevdet‘in mektubunun yer aldığı kırk dört mektuplu kitap, “Mektuplar Üzerine Birkaç Söz” yazısıyla tür bilgilerimizi de özetler. Adı “İctihad” dergisiyle bilinen ve “Batıcılık” görüşleriyle Cumhuriyet rejimine yol açmış göz doktoru Abdullah Cevdet (1869-1932), 29 Kasım’da kalp krizi geçirerek öldüğü İçtihad Evin’den Peyami Safa‘ya yazdığı mektupla seçkidedir. Yirmi yaş küçüğü Peyami Safa‘ya “Peyami Safa Bey Oğlumuza” hitabıyla yazılan mektubun tarihi 26 Temmuz 1932’dir.
Düşünce dünyamızın önde gelen isimlerinden, Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılında birkaç arkadaşıyla birlikte ışıksız karanlık bir odada İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kurmuş Dr. Abdullah Cevdet‘in, “Edebiyat” gazetesinin bürosunda dergiler hakkındaki konuşmasını dinlediği Peyami Safa‘ya mektup yazma gerekçesi onun dergilerle ilgili bazı görüşleridir. Mektuptan anlaşılan o ki “Türk Yurdu”, “İctihad” ve “Sebilü’r-Reşad” dergileri hakkında konuşan Peyami Safa, “Türk Yurdu” ile “İctihad” dergilerinin misyonlarını tamamladığını söyleyip “Sebilü’r-Reşad’ın müdafaa ettiği zühdilik kal’olundu” demiştir.