Edmondo De Amicis (1846-1908) sayesinde keşfettim burayı. Gerçi, o buraları arşınlarken bu meyhane henüz yoktu. Zaten bütün İstanbul’u o şahane tasvir becerisiyle anlatmasına rağmen meyhaneleri atlamış. Keşke atlamasaymış. Dönemin meyhanelerini bir de onun gözünden izleseydik; ne güzel olurmuş.

Son zamanlarda elimden düşürmediğim kitabı ‘İstanbul‘un (Pegasus Yayınları,1. baskı, 376 s.) ‘Surlar‘ bölümünü okurken durumdan vazife çıkarıp düştüm yollara. Eminönü-Alibeyköy tramvayına bizim dükkânın yakınındaki Cibali’den binip üç durak sonra, Ayvansaray’da indim. İşte burası, İstanbul şehir surlarının Haliç kıyısından başlayıp Yedikule’de, Marmara Denizi kıyısında son bulduğu, Edmondo De Amicis’in de sur dibinden yürüyüşe başladığı yer.
Aynı rotada son yürüyüşüm en az 10 yıl öncedir. O zamanlar restorasyon bu kadar ilerlememişti. Çoğunda surları uzaktan görerek yürümüştüm. Şimdi neredeyse surlara dokunma mesafesinde bütün yol. Vatan ve Millet Caddesi surlarda açtıkları büyük gediklerle yolumu kesse de yine de güzel bir yürüyüş güzergâhı. Bana göre tabii.
Sur dibinin bazı bölümleri parka dönüştürülmüş. Pek kalabalık. Ne güzel. Çadırları görünce aydım, deprem tedirginliği. Depremde kopan büyük bir sur parçasının da yanından geçtim.
Topkapı Kaleiçi’ndeki meydan düzenleme çalışması kesti önümü. Gördüğüm kadarıyla tamamen taş döşeniyor. Taksim Meydanı’na öykünmüş. Beton seviyor yöneticilerimiz.

İnşaatın etrafından dolaşmak gerek. İşte o zaman gördüm. Mavi rengi kullanan bira firmasının tabelasında ve aynı renkli cam giydirmesinde ‘Topkapı Restaurant‘ yazıyordu. İşte, Senyör Amicis’in bana hediyesi. 1874’te geldiği İstanbul hakkındaki kitabını 1877’de yayınladı. Ben 2025’te okuyup peşine düştüm ve buradayım.

Hemen içeri daldım. Girişte küçük bir meze dolabı, içinde de birkaç çeşit meze. Ortam loş. Salonun sonunda üç kişi rakı sofrasını kurmuş bile. Yaş almış garson istediğim yere oturabileceğimi söyledi; kendimce salona en hâkim masaya oturdum.