Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili, dört mevsimin yaşandığı bolluk bereket diyarı olmaktan çıkıp insanların nefes alamadığı bir kanser koğuşuna dönüşüyor. Bu ölümcül döngüden çıkmak en başta kirliliğe en fazla yol açan ekonomik sektörlerdeki karbon salınımı en aza indirerek, sonra endüstriyel üretimdeki çevre standartlarını hayata geçirerek, yaptırımı artırarak mümkün olacak.
Çok uzun değil, belki kırk yıl kadar önce Eylül’de okulların açılmasıyla başlayan yağmurlar kış boyu aralıklı da olsa devam eder, bazen haftalarca hiç durmazdı. Su kesintileri susuzluktan değil, şebekeyle ilgili aksaklıklardan kaynaklanırdı. Nehirler henüz endüstriyel atıklar nedeniyle ölmemiş, Marmara’yı müsilaj basmamıştı. 1977’de başlayan GAP projesi Güneydoğu komşularımızın su güvenliğini tehdit eder olmuş, 1980’lerde Türkiye’nin su politikaları önemli bir diplomasi meselesi haline gelmişti. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye iklim değişikliğinin etkilerini çok boyutlu bir biçimde deneyimliyor. Yağmurlar gündelik hayatı etkileyecek düzeyde azalıyor, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Ergene nehirleri endüstriyel atıkların etkisiyle geri dönüşü olmayan bir biçimde kirletiliyor. Denizlerde de durum aynı vehamette. İzmir Körfezinde yaşanan son durum, genel olarak liman kentlerinde arıtma ve atık yönetiminin yetersizliği sualtı hayatını da olumsuz etkiliyor. Türkiye bir taraftan çölleşmeyle diğer taraftan yükselen deniz suyu seviyelerinin yarattığı risklerle karşı karşıya. İklim değişikliği ve küresel ısınmaya bağlı olarak sık sık karşılaştığımız aşırı hava olayları, afet yönetimi ve bunun olası maliyetleri konusunda daha yüksek bir farkındalık ve daha etkin bir politika yapımı gerekiyor. Ancak Paris İklim Anlaşmasını 2016 yılında 175 ülke ile birlikte imzalamış olmasına rağmen Türkiye çevresel faktörlerin yönetimi konusunda yapısal reformları ve Ulusal Katkı Beyanı hedeflerini hayata geçirmekte yavaş kalıyor.
ENERJİ GÜVENLİĞİ Mİ EKOLOJİK GÜVENLİK Mİ?
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch), 2 Eylül 2024 tarihinde yayınladığı bir raporda Türkiye’nin yenilenebilir enerji alanında kat ettiği tüm mesafeye rağmen Kahramanmaraş Afşin-Elbistan Termik Santralinde iki yeni üniteyi devreye sokarak bölgede insan hayatını tehlikeye atacağını vurguluyor. Konunun bir boyutu Türkiye’nin 2030 yılına kadar gerçekleştirmesi beklenen kömürden çıkış ve adil geçiş süreci. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin mevcut elektrik kapasitesinin yüzde 54’ünün yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edildiği, bu nedenle Türkiye’nin bu iki yeni üniteyi açmak yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına odaklanması gerektiği vurgulanıyor. Çevresel koşullar ve insan sağlığı açısından bakıldığında ise bölgede halihazırda hava kalitesinin kötü olduğuna, buna bağlı olarak kanser vakalarında bir artış yaşandığına, termik santralin adeta bir karbon bombası olduğuna dikkat çekiliyor.