İşte geldim sana, nasıl da mahzun görünüyorsun uzaktan; nasıl böyle boynun bükük, nasıl böyle dertli. Ama olsun! Özleyenin öyle çok ki, biliyorum sen hâlâ buram buramsın.
Orada bir köy vardı, uzakta.
Adı eskilerde kaldı. Apçağa mıydı, Hemite mi, Eğridere mi? Yoksa Orçoki mi, Sashara mı veya Sulakçayır mı?
Orada bir köy vardı eskiden, uzakta…
Hayalleri aynı coğrafyada yeşeren hayatın adıydılar. Hep aynı suların can kattığı, aynı toprağın sinesinde soluk alıp veren; benzer umutların yeşerdiği hayatın adı…
Çayırlarında öbek öbek sürülerin toplandığı, harmanlarında kazların, tavukların otladığı…
Orada bir köy vardı eskiden.
Uçsuz bucaksız bozkırları olan; şırıl şırıl akan temiz dereleri, soğuk pınarları, kına yeşiline boyanmış bayırları…
O köy kimin köyüydü sahi?
* * *
Rengârenk çiçeklerle bezenmiş dağları, diş donduran sularıyla yaylaları; içinden dereler akan çayırları, hayvan otlatırken güle oynayan çocukları, adları türkülere yazılı genç kızları vardı.
Damların saçak altlarında, ikindiüstü sohbetlerinde şen şakrak hikâyeler anlatan, kırmızı yanaklı insanları; kırmızı yanaklı insanların Anadolu’yu besleyen kocaman, nasırlı elleri vardı…
Öfkesi haksıza, yalana, dolana sert; paylaşmada cömert, dayanışmada mert; yağız, delikanlı gençleri vardı. İşte o yağız deli kanlı gençlerin ne cüretkâr hayalleri vardı.
Evde çocuk büyüten, tarlada ekin eken, derede çamaşır yuyan, kuşlukta aheste aheste su taşıyan; sırtında dünya yüküyle yaşayan çilekeş kadınları vardı. Dertleri çok ama neşesi eksiksiz, bitmeyen çeşme başı sohbetleriyle genç kızları vardı…