Kendimle uzun süreden beri yaptığım iç kavga sonunda, “Yemekte standartlaşma” konusuna karşı çıktığıma karar verdim.
Bu kararımda, “Gastro Metro” dergisinin son sayısında okuduğum Elif Birbiri’nin, Biyopolika ve Yemek konulu makalesi etkili oldu. Birbirim bu makalesinde, Adana Kebabı’nın tescil edilmesinden bahis ediyordu.
Yanlış anlaşılmasın diye: Karşı çıkışım yemeğin standartlaşmasına, yoksa ürünün değil. Ürün tescilinin hararetli taraftarıyım. Bu böyle biline!
Bu konuya sonra döneceğiz.
Önce, konumuz olan kebabın “üstünkörü” tarihçesinden söz edelim ki, ne kadar kadim bir yemek olduğu anlaşılsın!
Ateş ve et!
Kimi araştırmacılar, bu iki sevgilinin buluşmasının 790 bin yıl öncesine dayandığını öne sürerler.
Buna kanıt olarak da, ızgara veya şiş olarak kullanıldığı sanılan demir kalıntılarını gösterirler.
Bunun için elle tutulan kanıtların yanısıra, yazılı kanıtlar da öne sürülür. Örneğin, Homeros’un İlyada’sında, şişe geçirilip kızartılan et parçalarından söz edilir. Bu bir şölen yemeğidir.
Demek ki şiş kebap, ta o zamanlardan beri sofraların özel yemeği olmuştur.
Benim en çok merak ettiğim konu ise, bu ikili birbirine nasıl kavuştuğu?
Hadi ateşi anladık!
Bir yıldırım düşmüş, bir ağacı yakmış. Yakınlarda yaşayanlar, alevleri görmüş. Karanlığı aydınlığa çeviren, soğuğu ısıtan alevlere şaşırmış ve ateşi tanrı sanmışlar. Korkmuşlar ve tapmışlar!
İlk ateş, ilk tanrı!
Peki eti ateşte pişirmek nasıl akıllarına gelmiş? Hayvanı bütün olarak mı ateşe atmışlar, yoksa parçalayarak mı?
Doğrusuyla, zırvasıyla binlerce soru sorulabilir!
Siz, soru ve yanıtları düşünürken, ben, 10. Yüzyıla atlayacağım.
İbn Sayyar al-Varag’ın yazdığı Kitab al-Tabik’te, ateş üstünde kızartılan et tariflerine rastlanır.
Kebap, Orta Doğu asıllı bir yemektir. Daha sonra Hindistan’a, Avrupa’ya, Güney Amerika’ya yayıldığı belirtilir.