Kurulduğu günden bu yana stratejik konumu nedeniyle her zaman imparatorlukların hayallerini süsleyen, Osmanlı’ya neredeyse bir asır başkentlik yapmış Edirne. Bu sayede görkemli günleri de olmuş; birçok yıkım da yaşamış ama ne olursa olsun günümüzde Türkiye’nin en 9/8’lik kenti… Ayrıca insanların uğruna diğer şehirlerden geldiği tava ciğerin ana vatanı…
Bir yerde görürsen ki;
Ağır ve edalı akar
dal dal söğütleri öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.
Şair Niyazi Akıncıoğlu, “Edirne” şiirine böyle başlıyor ve şu dizelerle son veriyor:
yeni baştan
söylemek kolay olsa eski türkümü:
“Edirne köprüsü taştan
Sen çıkardın beni baştan.”
Edirne’nin taştan köprülerini ve “baştan çıkarıcı” güzelliklerini elbette anlatacağım ama öncelikle -çok da derine inmeden* tarihinden söz edelim istiyorum. İlkçağlarda Orta Asya’dan göç ederek, buraya yerleşen Traklar tarafından kurulduğu bilinen Edirne, Makedonya İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, Doğu Bizans, Bulgar Türkleri, tekrar Bizans derken 1361 yılında I. Murad tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına katılarak, taht (baş) şehri oldu. 1453 yılında İstanbul fethedilinceye kadar doksan iki yıl payitaht (başkent) olarak kaldı. Bu yıllar içinde de tarihinin en görkemli günlerini yaşadı Edirne.
Doğal olarak epey de göç aldı. Öyle ki II. Bayezid, 1492 yılında, İspanya ve Portekiz’den sürgün edilen İspanyol Yahudilerinin Selanik, İstanbul, Edirne, İzmir ve çevresine yerleştirilerek iyi karşılanmalarını, onlara kötü muamele edeceklerin ölümle cezalandırılacaklarını buyuran bir ferman yayımladı. Öyle az buz değil, yüz binlerce Sefarad Yahudisi yerleşti Osmanlı topraklarına.