S. Can Akçınar
Okyanusların temel işlevlerini yerine getirememesi tüm canlıların yok olmasını tetikleyebilecek boyutta ve buna sebep olan etmenler birbirinin etkisini artırarak daha yıkıcı sonuçlara yol açıyor.
Sistem denilince akla çoğunlukla eğitim, iletişim ve ulaşım gibi insan yapımı olanlar geliyor. Aslında sistemler her yerdeler. Birbirleri ile bağlantılı parçalardan oluşan ve uyumlu bir biçimde çalışarak belirli işlevleri yerine getiren her şeye sistem demek mümkün. Antik Yunanca hane anlamındaki oikos’dan gelen ‘eko’ tüm canlıların evi olan dünyamızın da bir sistemi olduğunu anlatır. Sistemin tüm parçaları uyum içinde birbirlerinin ve işleyişin devamını sağlamak amacıyla çalışıyor. Bakteriler, virüsler, bitkiler, hayvanlar gibi canlılar ve onların yaşam alanları bu sistemin parçaları. İnsan dahil tüm parçaların birbirine muhtaç olduğu bu sisteme, ekosistem diyoruz.
Tüm canlılar ekosistemle çeşitli düzeylerde etkileşim içinde olmakla beraber, insanın ekosistemle etkileşimi zaman içerisinde şiddeti git gide artan bir tahribat ve sömürü şekline dönüşmüş. Buzul Çağı’nın son dönemlerinde göçebe ve avcı-toplayıcı olarak yaşayan insanlar, kıta ve adalara yayılarak, bu karasal ortamlardaki özellikle büyük memeli, sürüngen ve kuşların nesillerinin tükenmesine yol açmışlar. Buzul Çağı’nın sona ermesinden sonra, iklimin daha ılıman ve istikrarlı hale gelmesiyle, çeşitli bitki ve hayvanlar insanlar tarafından evcilleştirilmeye başlanmış ve bu sayede avcı-toplayıcılıktan tarımsal yerleşik yaşam tarzına geçilmiş. Günümüzden 11 bin 650 yıl önce başlayan ve Holosen olarak bilinen bu yeni çağ bazı araştırmacılar tarafından Antroposenin de başlangıcı olarak kabul ediliyor. Bunun en önemli sebebi insanların bu dönemlerden itibaren çevresini, ekosistemleri ve dolayısıyla biyoçeşitliliği belirgin şekilde etkilemeye başlaması.
Bir jeolojik çağa Antroposen (insan çağı) isminin verilmesine sebep olan bu etkiler, zaman içinde dünyanın çeşitli dengelerini değiştirerek ekosistemin iki temel unsuru olan habitatlar ile canlı çeşitliliğinde bozulmalara ve yeni bir yok oluş dalgasına yol açtı. Aslında buna birçok etken sebep olmakla birlikte, tüketimle doğrudan ilişkili olduğu için nüfus artışının yadsınamaz bir önemi olduğu görülüyor. İnsan nüfusu, MS 1600’lere kadar yaklaşık 200 milyondan 600 milyona, 1800’lerden 1950’lere kadar 1 milyardan 2,5 milyara ulaştı ve 1950’den sonra katlanarak günümüzde 8 milyar seviyesine geldi. Bu süreçte, alet kullanımı, mobilite, iletişim gibi imkânların gelişmesinin yanı sıra, psiko-sosyal davranışların tüketim odaklı ideolojileri körüklemesiyle ihtiyaçlar ve tüketim artarken, bu durum ekosistemi oluşturan neredeyse tüm unsurların git gide daha fazla sömürülmesine yol açtı.
Karasal ortamda yaklaşık 12 bin yıllık bir süreye yayılmış olan bu süreç, denizel ekosistemlerde de benzer sırada gerçekleşmiş, ancak bu ortamdaki değişimlerin büyük kısmı son yüzyıl içinde meydana gelmiştir. Bu kadar kısa sürede oluşan değişimlerin etkileri de maalesef çok daha çarpıcı, karmaşık ve yıkıcı. Bu etkilerden bazıları tek başına geniş çaplı tahribatlara yol açabilse de genellikle çoklu olarak birbirlerinin etkisini artırıp daha yıkıcı ve temel sorunlara sebep olurlar.
OKYANUS EKONOMİSİ
Okyanuslara, besin, ekonomi, kıyısal ve kültürel yönlerden bağımlı durumdayız. Bunun ekonomik kısmı günümüz dünyasında “Okyanus Ekonomisi” veya “Mavi Ekonomi” olarak adlandırılıyor. İsmi kulağa çok hoş gelse de bu ekonominin hacmi dudak uçuklatan cinsten. Virdin ve meslektaşlarının 2021 yılındaki çalışmasına göre, 2018’de bu ekonomi 1,9 trilyon dolar değerinde bir hacme sahip ve yüzde 80’ine yakını üç temel okyanus endüstrisi olan, açık deniz petrol ve gaz (yüzde 45), deniz ekipmanı ve yapıları (yüzde 19) ile deniz ürünleri (yüzde 15) tarafından sağlanıyor. Sekiz temel alanda getiri sağlayan okyanus endüstrisinde faaliyet gösteren en büyük 10 şirket, her endüstrinin toplam gelirinin yaklaşık yüzde 45’ini elde ediyor. Ekonomik boyutun büyüklüğü ve tekelleşme, okyanusların korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlanmasını da zorlaştırıyor.