Balık avı yasağının kalkmasıyla “Vira Bismillah, rastgele” diyerek geceden ağlarını atan balıkçıların tuttuğu balıklar tezgâhlarda yerini aldı. Sabah kahvaltısından sonra, bir balıkçı torunu olan baldızım Feza’nın ilk söylediği, “İlay’ın canı balık istiyormuş” oldu. Kızım İlay’la birlikte Gelibolu Balık Hali’ne azimet ettiler. Feza, dedesi Hayrettin Kaptan’a yakışır bir torun olduğunu göstererek gümüş renkli sardalyalar ile geldi. Balıkların şahaneliğini anlatmaya kalksam sütun dolar. Ağ balığı olmasına rağmen her bir balık adeta sudan şimdi çıkmış gibi ışıl ışıldı. Hiç biri ezilmemişti. Bir damla kan veya ezik yoktu. Hele gözleri! Hâlâ yaşıyormuş hissi veriyordu. Gerçekten taze balık da böyle oluyor işte.
Taze demişken, taze balık ile canlı balık arasındaki farkı anlatan bir İstanbul fıkrasının aktarmanın tam yeri. Yaşını almış bir madam, Beyoğlu Balık Pazarı’nda ufak adımlarla sağdaki, soldaki tezgâhlara bakına bakına yürürken, pala bıyıklı bir satıcının, “Haydi bunlar canlı canlı… Canlı canlı” diye bağırması üzerine yanına gitmiş. İstanbul Ermeni’si aksanıyla sormuş:
“Evladim bunla tezediiir?”
Pala bıyıklı balıkçı cevap vermiş:
“Madam canlı canlı diyoruz ya!”
Ermeni Madam cevabı yapıştırmış:
“Evladim, ben de canlıyım ama teze miyim?”
Balık üzerine dönen muhabbet bazen avcı muhabbetini bile geçebilir. Hayrettin Kaptan’ın diğer torunu eşim Sema ile Beykoz’da 20 yıl yaşadığım için olacak kenarından kıyısından balıklar hakkında bilgiler edindim. Üsküdar’a taşındıktan sonra şimdi yerinde yeller esen Üsküdar balık pazarında bir balıkçı ile sıkı bir tartışmaya girdim. Tezgâha çinakop diye koyduğu balıklar aslında lüferin en küçük boyu olan “defneyaprağı” idi. Onların çinakop olmadığını, o boydaki balıklara defneyaprağı dendiğini söyledim ama Orta Anadolulu (şehir belirtmeyeyim) balıkçı köpürerek balıklara yeni isimler uydurduğumu iddia etti. Benim yanılgıma delil olarak, kendisinin bu tezgâhta büyüdüğünü satıcılığa ömür verdiğini öne sürdü.